Herkese üstten bakmanın da üzerinde bir tavır: Dünyaya en üstten, 8.848 m’den bakmak!.. Şaka bir yana, Himalayalar’ın zirvesi kuşkusuz insanoğluna bu hissi bizatihi yaşatmasıyla yeterince çekici, yeterince cazip... İzlandalı Baltasar Kormakur imzalı ‘Everest’, 1996 yılında söz konusu zirveye farklı nedenlerle ama aynı heyecanla ve şevkle çıkmak isteyen bir grup insanın öyküsünü anlatıyor.
Gerçek bir olaydan ve karakterlerden yola çıkan ‘Everest’, ait olduğu türün yani ‘Felaket filmleri’ kategorisinin klişelerinden elbette kurtulamıyor. Önce ana karakterler üzerinden kısa bir tanıtımla giriş yapan film, belli bir noktadan sonra zirve tırmanışına odaklanıyor. Bu aşamadan sonra da film adeta üç nokta etrafında dönüp duruyor; zirvede zorluk yaşayanlar, ana kampta bulunan ve problem yaşayanlara yardım için çırpınan bir grup uzman ve tırmanışa gidenlerin yakınları...
Daha önce benzer heyecanları perdeye taşıyan ‘K2’ ve ‘Dikey Limit’ gibi yapımları izlemiştik. ‘Everest’, zirve aşamasında kimi heyecan dolu sahneleri barındırsa da türünün en iyileri arasına girmek açısından orijinal bir yapıya sahip değil. Ama yine de çok sayıda yıldız isimden (bu arada Josh Brolin ‘Scario’dan sonra ‘Everest’te de karşımıza çıkarak ‘Haftanın oyuncusu’olmayı başarıyor) oluşan kadrosu, yer yer yüksekliği ve dondurucu soğuğu gerçekçi bir biçimde hissettiren birkaç sahnesiyle sizi kendi içine kolayca çekiyor ve öyküsünü, zaman zaman gererek izlettiriyor. Lakin Kormakur’un daha mütevazı ama daha iyi ve etkileyici filmlerine şahit olmuştuk. Bu arada ‘Everest’in en iyi yanı bu türden bir zirve serüveninin de artık ciddi bir endüstriye dönüştüğünü ve insanoğlunun, Himalayalar’ı da giderek çöplüğe çevirdiğini hatırlatması olmuş. Filmi izlerken içinizden, “Bari oraları kirletmeseydiniz” diyorsunuz...
EVERESTYönetmen: Baltasar KormakurOyuncular: Jason Clarke, Josh Brolin, John Hawkes, Emily Watson, Jake Gyllenhaal, Robin Wright, Keira Knightley, Sam Worthington, Elizabeth DebickiABD yapımı
Bazı filmler ilginç bir oluşumun eseri olarak karşımıza çıkıyor; açmak gerekirse mesela hikâyesi mükemmel ama rejisi problemli ya da rejisi çok güçlü ama görüntü çalışması yetersiz veyahut müziği unutulmaz ama film geneli itibariyle vasat bile olmayabiliyor. Bu ön parantezi, “Hepsinin iyi ve çizgi üstü olması durumuna ‘Başyapıt’ diyoruz” hatırlatmasıyla kapatalım. Haftanın mönüsündeki öncelikli durağımız olan, Denis Villeneuve imzalı ‘Sicario’, girişte altını çizdiğimiz tanımlar içinde gidip gelen, tuhaf bir sentezin ifadesi. Yerel bir operasyonla başlayıp ‘komşu’ya (tabii ki Meksika) sıçrayan geniş bir halkanın peşinde koşan öykü, seyirci nezdinde adrenalini hiç düşürmüyor, arada bir de ‘sosyolojik’ takılıyor.
Önce kısaca hikâye diyelim: FBI ajanı Kate Macer, çok sayıda ceset buldukları ve iki meslektaşlarını kaybettikleri bir operasyonun ardından meselenin gerçek faillerinin ortaya çıkarılması yolunda daha büyük denizlere açılmaya karar verir. İpin ucu Meksika’daki bir uyuşturucu karteline uzanmaktır. Macer, CIA’in yürüttüğü ‘deplasman’ operasyonlarına katılırken bütün bu süreçte gelişen birtakım ahlaki ve hukuki saptamalar yüzünden iç hesaplaşma yaşayacaktır.
‘Incidies’, ‘Prisoners’ ve ‘Enemy’ adlı filmleriyle tanıdığımız Kanadalı Villeneuve, öyküsünü Taylor Sheridan’ın kaleme aldığı ‘Sicario’da temel olarak atmosfere yükleniyor. Film boyunca üç operasyon sekansı var; etkileyici bir giriş olarak meseleye Amerikan topraklarında dahil oluyoruz, sonrasında Meksika’nın Juarez şehrine taşınıyoruz (ki burada görüntü yönetmeni Roger Deakins’ın kamerasının kent dokusundan yakaladığı sahneler muhteşem bir belgesel tadında) ve nihayetinde asıl darbenin vurulduğu tünel çatışmaları var.
‘MEKSİKA SINIRI' AŞILIRKEN
Bütün bu çatı, genel olarak iyi çekilmiş bir aksiyon filmine hizmet ediyor. Operasyon sahneleri boyunca gerçekten seyirci olarak siz de olayın adeta canlı şahitlerinden biri haline geliyorsunuz. Bu elbette teknik açıdan bir yönetmenlik başarısı... Ama ne var ki eleştirmen dediğin biraz da o görsel örtü kaldırıldığında neler görünüyor, ona bakar ya da şöyle söyleyeyim: Bence bakmak zorundadır... ‘Sicario’da Deakins’ın görüntü yönetimi kadar İzlandalı Jóhann Jóhannsson’un müzikleri de üst düzeyde. Artı oyunculuklar da birinci sınıf; Kate Macer’da Emily Blunt belki de kariyerinin en iyi performansını ortaya koymuş (burada hemen ‘En iyi kadın oyuncu’da Oscar adaylarından biri olabilir notunu düşelim), keza operasyon şefi Matt’de Josh Brolin, CIA’e çalışan gizemli Alejandro rolünde de Benicio Del Toro gayet etkileyici.
Son dönemde iki Guy Ritchie imzalı film, bir de BBC yapımı TV dizisiyle popüler kültürün sularındaki varlığını yeniden hatırlatan Sherlock Holmes, şimdi de emekli bir dedektif olarak huzurlarımızda. Bill Condon imzalı ‘Mr. Holmes ve Müthiş Sırrı’ (‘Mr. Holmes’), aslında en önemli vasfı ince zekâsı ve müthiş gözlem gücü olan bir dehanın yaşlılığına ve duygusal yanlarına odaklanma çabası olarak da nitelendirilebilir. Daha önce ‘Tideland’ adlı romanı Terry Gilliam tarafından sinemaya uyarlanan Mitch Cullin’in bir başka çalışması ‘A Slight Trick of the Mind’dan adapte edilen film, doğrusu Sherlock Holmes inceliğine, zarafetine ve zekâsına yakışmış.
Malum, ‘Sir’ Arthur Conan Doyle’un kahramanı, ortağı Watson’la birlikte önce edebiyat, sonra da sinema tarihinin en belirgin polisiye karakterlerinden biridir. Film, Holmes’u 1947 yılında, 93 yaşındayken perdeye taşıyor. En son vakasını 30 yıl önce çözen ve artık Güneydoğu İngiltere’de bir taşra evinde yaşamını sürdüren Holmes’a hizmetçisi Munro ve oğlu Roger eşlik etmektedir. Zeki ve parlak bir çocuk olan Roger, yaşlı dedektifin yazdığı son notlardan yola çıkarak artık eski parlak günlerinden uzakta seyreden hafızasındaki bazı karanlık noktaların aydınlatılmasına vesile olacaktır.
Cullin’in romanından Jeffrey Hatcher’ın incelikli senaryosuyla huzurlarımıza buyur eden ‘Mr. Holmes ve Müthiş Sırrı’nda öykü farklı zaman dilimlerinde gezinirken film bütün bu olan biteni paralel bir anlatımla sunuyor. Sherlock Holmes’un hatıralarından çıkarıp netleştirmeye çalıştığı vakada ise kocası tarafından akıl sağlığı yitirilmekte olduğu iddia edilen bir kadının dramında sürükleniyoruz. Ayrıca yaşlı dedektifin Japonya’ya yaptığı ve burada Hiroşima’daki yıkımın izleriyle yüzleştiği bölümleri de izliyoruz. Şimdiki zamanın vakası ise bahçedeki kovanlarda bulunan arıların neden öldüğü... Bu meselenin çözümüne de minik Roger vâkıf olmaya çalışıyor...
‘Mr. Holmes ve Müthiş Sırrı’nda, çok sayıda zekice atılmış düğüm var ve film, bu düğümler arasında adım adım ilerliyor. Her kapı zarif manevralarla geçildikçe de film, izleyicisini daha bir içine çekiyor. Bazı filmler kimi cümlelerinin zihnimizde uyandırdığı derin anlamlarla da önem kazanır. Bill Condon’un yapıtının bence en etkili cümlesi Holmes’un ağzından çıkıyordu: “İnsan her şeyi çözemez.”
Son dönemde iki Guy Ritchie imzalı film, bir de BBC yapımı TV dizisiyle popüler kültürün sularındaki varlığını yeniden hatırlatan Sherlock Holmes, şimdi de emekli bir dedektif olarak huzurlarımızda. Bill Condon imzalı ‘Mr. Holmes ve Müthiş Sırrı’ (‘Mr. Holmes’), aslında en önemli vasfı ince zekâsı ve müthiş gözlem gücü olan bir dehanın yaşlılığına ve duygusal yanlarına odaklanma çabası olarak da nitelendirilebilir. Daha önce ‘Tideland’ adlı romanı Terry Gilliam tarafından sinemaya uyarlanan Mitch Cullin’in bir başka çalışması ‘A Slight Trick of the Mind’dan adapte edilen film, doğrusu Sherlock Holmes inceliğine, zarafetine ve zekâsına yakışmış.
Malum, ‘Sir’ Arthur Conan Doyle’un kahramanı, ortağı Watson’la birlikte önce edebiyat, sonra da sinema tarihinin en belirgin polisiye karakterlerinden biridir. Film, Holmes’u 1947 yılında, 93 yaşındayken perdeye taşıyor. En son vakasını 30 yıl önce çözen ve artık Güneydoğu İngiltere’de bir taşra evinde yaşamını sürdüren Holmes’a hizmetçisi Munro ve oğlu Roger eşlik etmektedir. Zeki ve parlak bir çocuk olan Roger, yaşlı dedektifin yazdığı son notlardan yola çıkarak artık eski parlak günlerinden uzakta seyreden hafızasındaki bazı karanlık noktaların aydınlatılmasına vesile olacaktır.
Cullin’in romanından Jeffrey Hatcher’ın incelikli senaryosuyla huzurlarımıza buyur eden ‘Mr. Holmes ve Müthiş Sırrı’nda öykü farklı zaman dilimlerinde gezinirken film bütün bu olan biteni paralel bir anlatımla sunuyor. Sherlock Holmes’un hatıralarından çıkarıp netleştirmeye çalıştığı vakada ise kocası tarafından akıl sağlığı yitirilmekte olduğu iddia edilen bir kadının dramında sürükleniyoruz. Ayrıca yaşlı dedektifin Japonya’ya yaptığı ve burada Hiroşima’daki yıkımın izleriyle yüzleştiği bölümleri de izliyoruz. Şimdiki zamanın vakası ise bahçedeki kovanlarda bulunan arıların neden öldüğü... Bu meselenin çözümüne de minik Roger vâkıf olmaya çalışıyor...
‘Mr. Holmes ve Müthiş Sırrı’nda, çok sayıda zekice atılmış düğüm var ve film, bu düğümler arasında adım adım ilerliyor. Her kapı zarif manevralarla geçildikçe de film, izleyicisini daha bir içine çekiyor. Bazı filmler kimi cümlelerinin zihnimizde uyandırdığı derin anlamlarla da önem kazanır. Bill Condon’un yapıtının bence en etkili cümlesi Holmes’un ağzından çıkıyordu: “İnsan her şeyi çözemez.”
IAN 'MUHTEŞEM' MCKELLEN
Oyunculuklarına göz atarsak... ‘Sir’ Ian McKellen, yönetmen Condon’la
Joshua Oppenheimer, ‘Sessizliğin Bakışı’nda (‘The Look of Silence’) 2012 yapımı ‘The Act of Killing’de attığı adımın devamını getiriyor. Film, tıpkı ilk belgeselde olduğu gibi Endonezya’da iktidara el koyan ordunun 1965’te eli kanlı kitleler vasıtasıyla yaklaşık bir milyon insanı ‘Komünist, dinsiz ve vatan haini’ oldukları gerekçesiyle katlettiği olaylara odaklanıyor. Öykünün ana karakteri Adi, ağabeyinin katilleriyle ve onların çocuklarıyla yıllar sonra yüzleşirken seyirci olarak bizi de insanlık tarihinin en kara sayfalarından biriyle baş başa bırakıyor.‘Sessizliğin Bakışı’nda aslında çok yakından tanıdığımız bir tipoloji ve ruh durumuyla bir kez daha karşı karşıya geliyoruz.
Yeni Alman Sineması’nın Werner Herzog ve Rainer Werner Fassbinder’le birlikte en sağlam yapı taşlarından biri olan Wim Wenders, son dönemde daha çok belgesellere ağırlık vermişti. Efsanevi yönetmen ‘Pina’ (2011) ve ‘Toprağın Tuzu’nun (2014) ardından yeniden kurgusal bir yapımla karşımızda. ‘Her Şey Güzel Olacak’ (‘Every Thing Will Be Fine’) genç bir yazarın hayatına odaklanıyor. Konu kısaca şöyle: Yeni kitabını kaleme almakta zorlanan Tomas Eldan, kız arkadaşı Sara’yla olan birlikteliğinde de problem yaşamaktadır. Bu karmaşık günlerin birinde başına travmatik bir olay gelir. Sonrasında hayatını yeniden kurgulamak ve farklı noktalara savrulmak durumunda kalır.
Norveçli Bjorn Olaf Johannessen’in kaleme aldığı senaryodan çekilen ‘Her Şey Güzel Olacak’, enfes bir edebi metin tadına sahip. Film, bir romanın görselleştirilmiş hali. Çeşitli zaman atlamalarıyla toplamda 12 yıllık bir süreci anlatan öykü, ana karakterinin açmazlarını, vicdani ısdıraplarını, bencilliğini, giderek yalnızlığını ve bu yalnızlığı örtme çabasını, dipten yeniden yükselişe geçme aşamalarını son derece çarpıcı ve etkileyici duraklar eşliğinde anlatıyor.
‘ANTICHRIST'VARİ ANNE...
Sebep olduğu trajedinin karşı cephesinde ise acılı bir anne var ve film, onun hikâyesine de derinden uğramanın üstesinden geliyor. Tomas Eldan aslında uzaktan uzağa Camus’nün ‘Yabancı’sını andırıyor. Ama ondaki kayıtsızlık hali bencillikle daha bir flört ediyor ve yakın çevresine ruhsal acılar şeklinde yansıyor.
Eldan’ı James Franco’nun başarılı bir şekilde ete kemiğe büründürdüğü filmde acılı anne Kate’de Charlotte Gainsbourg’u izliyoruz. Fransız oyuncu bu karakterde ‘Antichrist’ ve ‘Ağaç’ filmlerinde canlandırdığı anne tiplemelerinin bir karışımını sunuyor adeta. Eldan’ın yüzünden karmaşa yaşayan kız arkadaşı Sara’da da Rachel McAdams’ı izliyoruz. Kanada’da geçen ve Atom Egoyan filmlerini de çağrıştıran ‘Her Şey Güzel Olacak’ sakin akan ama etkisi son derece derin ve çarpıcı bir yapım, kesinlikle kaçırmayın derim.
Her Şey Güzel OlacakYönetmen: Wim WendersOyuncular: James Franco, Charlotte Gainsbourg, Rachel McAdams, Marie-Josee Croze, Patrick Bauchau, Peter StormareAlmanya-Kanada ortak yapımı
Biliyorum üzerinden ne 4+4+4’ler, ne yeni sistemler geçti ama sanırım ‘kurtarma’lar sistemdeki yerini koruyordur, çünkü bu bize özgü bir eğitim zihniyetidir, asla yok edilemez!) bırakan öğrenci misali yine bir ‘final’ maçına kilitlendik.
Üstüne üstlük yarın oynanacak Hollanda maçı, önümüzdeki yazın futbol şenliği niteliğini taşıyan Euro 2016 yolundaki son önemli bir kaç dönemeçten biri olacak. Ola ki bu eşik atlatıldı ve kalan üç maçın ardından Türkiye, grupta üçüncü sırayı aldı; daha ‘Play-off serisi’ var. Yani bir anlamda suyunun suyu...
‘ÇiLiNGiRLiK’ ZOR ZANAAT!
Öncelikle Hollanda önünde işimiz zor. Evet futbol bu; galibiyet üç olasılıktan biri. Lakin Letonya önünde bulduğu onca pozisyonu değerlendiremeyen ve tek golünü uzaktan atılmış bir şutla bulan bir takım, daha güçlü bir geleneğe sahip rakibi karşısında kaç pozisyona girecek de bunlardan hangilerini değerlendirecek? Neyse, bu konuda da yine futbolun doğasına sığınalım; her şey olabilir. Öte yandan meseleyi analiz boyutunda ele alırsak ‘Portakallar’la deplasmanda oynanan oyun planı da bu kez geçerli değil. Türkiye, Amsterdam’da 1-0 öne geçmiş ama tıpkı Letonya maçında olduğu gibi, son dakikalarda beraberlik golünü engelleyememişti.
İşin garibi deplasmandaki randevuda savunma pozisyonunda olan takım ay yıldızlılardı. Milliler bu kez ‘mutlak galibiyet’ adına hücumcu rolünü üstlenecek, puan cetvelindeki konumu itibariyle de Hollanda durup bekleyecek ve uygun fırsatta kendi adına darbeyi vurmayı hedefleyecek takım konumunda olacak.
Vakti zamanında, 3 Ekim 2010’de sevgili uydumuz ‘Ay’ı küçülterek çalma hevesli bir adamın (ismi ‘Gru’ydu) hayatına giren üç yetim kızla birlikte iyiliği keşfetmesini anlatan ‘Çılgın Hırsız’ (‘Despicable Me’) adlı animasyon vizyona girdiğinde, onlara ilişkin şu notu düşmüşüm: “Gru ve doktor Nefario’nun her türlü işini gören ‘Minyon ordusu’ ise ‘Charlie’nin Çikolata Fabrikası’ndaki ‘Umpa-Lumpalar’ı andıran, hoş tiplemeler olmuş.” İşte o ‘Minyonlar’, ‘Çılgın Hırsız 2’de de yan karakterler olarak boy gösterdikten sonra ‘kendi kaderlerini tayin hakları’nı ele geçirip yepyeni bir çalışmada bağımsız bir öyküyle huzurumuzdalar...
‘Minyonlar’ (‘Minions’) adını taşıyan bu yapımda da ilk iki filmin yaratıcı kadrosunda yönetmen olarak bulunan Pierre Coffin var. Fransız animatörün bu kez yardımcılığını 15 yıldır sektörün içinde yer alan ve birçok yapımda çalışan (‘A Bug’s Life’, ‘Monsters, Inc.’, ‘Toy Story 2’ gibi) Kyle Balda üstlenmiş. Bazı sahneleri itibariyle miniklerden ziyade yetişkinlere seslenen göndermeleriyle dikkat çeken ‘Minyonlar’da öykü, bu sevimli yaratıkların tarihsel serüvenlerine göz atıp 1968’de mola veriyor ve bu noktada, üç minyonun (Kevin, Stuart ve Bob), efendisiz toplumlarına bir ‘Patron’ aramak için çıktığı serüveni anlatıyor. Yolu önce Orlando’daki ‘Kötüler Konferansı’na düşen üçlü, burada Scarlett Overkill’in düzenlediği bir yarışmada ipi göğüsleyince bambaşka bir kaderin parçası oluyor. ‘Çağın en süper kötü kadını’ unvanlı Scarlett’in amacı İngiltere Kraliçesi’nin tahtını ve de tacını ele geçirmektir. Bunun için de hep birlikte Londra’ya yollanıyorlar...
‘ABBEY ROAD' GÖNDERMESİ
Filmin başında ‘Minyonlar’ın ilk çağlardan bu yana geçirilen evrelerdeki pozisyonlarını anlatan bir bölüm var ki, burası adeta hem minikler hem de yetişkinler için küçük ve zevkli bir tarih dersi niteliğinde. Sonraki aşamada öykü kendi kulvarında akıp 1968’de ‘Modern zamanlar’a uğrarken popüler kültürün o dönemki kodlarıyla karşılaşıyoruz; Nixon, 68 hareketi, protesto yürüyüşleri, ‘Tatlı Cadı’, ‘The Saint’ gibi TV dizileri vs. gayet hoş hatırlatmalar. İş Londra kısmına gelince bu sevimli yapım -bu aralar sıkça karşımıza gelmesi itibariyle bir anlamda gına getiren- ‘Ajan filmleri’ne ve Bondvari esprilere göz kırpıyor. Lakin ‘Minyonlar’ bu noktalarda sıkıntı vermiyor, zarifçe dokunuşlarla yoluna devam ediyor. Kraliçe ve saray (Buckingham) esprileri ve dokundurmaları da fena değil ama ben işin Londra kısmında en çok ‘The Beatles’ ve ‘Abbey Road’ göndermesine bittim: bence öykünün en ince ve zekice yanı burasıydı...
Ya göze batan ‘bağzı’ noktalar? İlk iki filmde (yani ‘Çılgın Hırsız 1 ve 2’de) karşımıza gelen ana karakter Gru’yu seslendiren Steve Carrell’ın kullandığı Doğu Avrupa aksanlı İngilizce benim gibi öküz altında buzağı arayanlara “Kötülüğün kaynağı eski komünistlerdir” türü çağrışımlar yapıyordu. Sürekli bir ‘efendi’ yani yönetici arayan ‘Minyonlar’ da sanki sistemin kendisine buyurdukları karşısında sesini çıkarmayan uysal kitleleri andırıyor. Üstelik sevimlilikleri, tabloyu daha da ‘vahim’ hale getiriyor! Bu tespitlere ‘zorlama yorumlar’ diyebilirsiniz ama üç filmin bendeki kimi çağrışımları bu yönde.
‘Minyonlar’ Türkçe ve ‘Minyonca’ gösterime girecek. Seslendirme kadrosunda Beren Saat, Kenan Doğulu, Hakan Yanlı, Özlem Abacı, Ercan Demirel gibi isimlerin yer aldığı bu animasyon, sonuçta minikler ve yetişkinler açısından farklı anlamlarıyla ilgiye değer bir çalışma. Filmin sound-track’inde yer alan The Spencer Davis Group, The Doors, The Turtles, The Who gibi grupların varlığı da cabası...
MİNYONLARYönetmen: Pierre Coffin, Kyle Balda ABD yapımı