Sonra “Büyüdüm” dedi, yetişkinler için filmler çekti. Çabası Oscar’la ödüllendirildi. Amerikan sinemasının harika çocuğu Steven Spielberg, son filmi ‘Casuslar Köprüsü’nde olduğu gibi artık ‘tarihi’ öyküler anlatıyor.
Türkan Şoray’ın sinema iklimimizdeki yerini tarife, bilmem gerek var mı? Yok kuşkusuz; belki bir hatırlatmaya soyunulabilir. 100 yılı aşkın geçmişe bakıldığında birçok dönemin ilk elden tanığıdır o. Sadece tanığı değil, bu coğrafyadaki sinemasal mirasın yarına, hatta sonsuza taşıyacağı çok kıymetli kimi yapıtların da unutulmaz yüzlerinden, karakterlerindendir. Başta ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’ olmak üzere ‘Vesikalı Yârim’, ‘Acı Hayat’, ‘Dila Hanım’, ‘Sultan’ gibi yapımlar kuşkusuz Şoray’ın varlığıyla kıvamını bulan, sinemamızın tarihine düşülmüş özel notlardır.
Sadece kamera önünde değil, arkasında da yer almıştır Şoray. 1960’ta oyunculuğa adım atmıştı, meslekteki 12. yılında yönetmenliğe de soyunarak ‘Dönüş’ü çekti. Sonrasında ‘Azap’ (1973), ‘Bodrum Hâkimi’ (1976) ve ‘Yılanı Öldürseler’ (1981) geldi. Sinemamızın ‘Sultan’ı tam 34 yıl sonra tekrar kamera arkasına geçerek bu hafta salonlarımıza uğrayan ‘Uzaklarda Arama’yı çekti. Film, şehir merkezindeki yerini kaybederek ‘Uzaklar’ adlı kasabaya taşınan Barones Pavyonu sakini bir grup kadının, yörede yaşadıklarını anlatıyor. ‘Uzaklarda Arama’, daha çok neşeli bir ton tutturmaya çalışırken zaman zaman da hüzünlü sahneler içeriyor. Öykünün tabanında ise karşı tarafı anlama, empati, hoşgörü gibi kavramlar var. Lakin bütün bu kâğıt üzerindeki niyetler peliküle aktarılırken teorideki etkisini sinemasal anlamda pek bulamamış. Filmin teknik anlamda problemleri yok ama öykü kimi yerlerde problemli, senaryo da halledilememiş yerler ve anlara sahip.
Oyunculuklarda ise Mustafa Uğurlu, Kaan Urgancıoğlu ve Sevda Erginci, kadrodaki diğer isimlere göre daha bir öndeler. Bir de minik Emirhan Oktay... Yağmur Ünal ise sanki rolüne pek oturmamış gibi...
Norveç ekibi bu önyargıyı boşa çıkardı ve grubun en iyi performansını sergileyerek ‘ikinci tur’a rakiplerinden önce göz kırptı.
Peki ona kim eşlik edecekti?
Fenerbahçe için dünkü karşılaşma, bu durumu ‘resmi’leştirme yolunda önemli bir fırsattı.
Süper Lig’de işleri ‘şimdilik’ yoluna koymuş gibi görünen Sarı-Lacivertliler, Avrupa cephesinde de serüvene devam etmek açısından önemli bir dönemeç olarak nitelenebilecek Norveç deplasmanından dün hem galibiyetle döndü hem de kendi adına eksik bir hesabı kapadı.
Evet, bir seri daha “Bize ayrılan sürenin sonuna geldik” diyor. Suzanne Collins’in çok satan gençlik dizisinin aynı adlı sinema uyarlaması ‘Açlık Oyunları’ (‘The Hunger Games’), malum tanımsız bir gelecekte diktatoryal bir oluşuma karşı isyan bayrağını açan genç bir kızın öyküsünü anlatıyordu. Seri üç kitaptan oluşmaktaydı, sinemasal versiyon ise son kitabın ikiye bölünmesi sonucu toplam dört filmle salonlara uğradı. Bu hafta itibariyle gösterime giren ‘Açlık Oyunları: Alaycı Kuş, Bölüm 2’de meseleye son nokta konuluyor.
İsminin ilham kaynağı Thomas Hardy’nin romanı ‘Çılgın Kalabalıktan Uzak’ın kahramanı olan Katniss Everdeen, hatırlanacağı gibi önceki bölümlerde sistemin en önemli kitle uyutma hamlelerinden biri olan ‘Açlık Oyunları’nı kazanmış, daha sonra da ‘Başkan Snow’a karşı isyancıların safından mücadeleye katılmıştı.
Son bölümde, yavaş yavaş başkente doğru ilerleyen asiler kanadında beyin takımının (Başkan Coin ve yardımcısı konumunda Plutarch), Katniss’in popüler varlığı üzerinden propaganda tekniklerine başvurduğunu görüyoruz (Bu durum bence seriyi ‘Açlık Oyunları’ndan ‘Algı Oyunları’na dönüştürüyor).
Ocak’taki ‘Charlie Hebdo katliamı’ sonrası bu sayfalarda ‘Futbolun kültürel kodları’ başlıklı bir yazı kaleme alırken söz konusu metinde, ‘1998 Dünya Kupası şampiyonu’ Fransa takımını oluşturan oyuncuların orijinleri üzerinden bütün dünyaya verdikleri mesaja dikkat çekmiş ve konuyu kısaca şöyle özetlemiştim: “Geçen hafta ‘Üç Renk’li bayrak adeta kanla boyanırken geride derin sosyal ve kültürel yaralar bıraktı. Dünyanın şimdi daha fazla barışa ve eli kanlı katillere karşı dayanışmaya ihtiyacı var. Zidane gibi ‘Multi-kültürel’ özel kodlara da...”
FİLMLER GERÇEK OLUYORDU
Tabii son katliamın tuhaf bir şekilde futbolla direkt bağlantısı var; çünkü katiller katliamın boyutunu daha da geniş alana yaymak adına Stade de France’da oynanan Fransa-Almanya maçını da hedeflerinin arasına katmıştı. Son gelen bilgilere göre katillerden biri stadın yolunu tutmuş, maç başladıktan sonra içeri girmeye çalışmış ama ‘Canlı bomba’ olduğu anlaşılınca eylemini kapıda gerçekleştirmiş ve kendisini yok etmiş.
Statlar bugüne kadar kimi büyük acıların da yerleri olmuştu. Heysel, Hillsborough ya da 1967’de Kayseri’de oynanan Kayserispor-Sivasspor maçında 43 kişinin hayatını kaybetmesiyle yaşanan facia gibi... Ama tüm bu olayların nedeni çıkan kargaşada insanların birbirini ezmesiydi. Çoğu Hollywood yapımı dev bütçeli aksiyon filmlerinde gördüğümüz (ve çoğu kez ya ‘Süper kahramanlar’ın engellediği) terör odaklı stat faciaları, Paris’te bu kez az da gerçek oluyordu.
İNSANLIĞIN ORTAK ACILARI
Sonuçta insanlık tarihine acılı bir sayfa daha eklendi. Stade de France’ın ne seyirci ne de sahadakiler olmak üzere kayıplar hanesine eklenmemesi belki de olayın avuntularından biri olacak. Bu vahşete, insanlık ailesinin tüm aklı ve vicdanı başında üyeleri benzer tepkileri gösteriyor. Bu ailenin üyelerinden biri olarak sporcular da... Bütün bu yaşananlar ister istemez bu cephede benzer bir olayın gerçekleştiğinde gösterdiğimiz tepkileri akla getiriyor. Bu konudaki en çarpıcı örnek de hatırlanacağı gibi Konya’da oynanan Türkiye-İzlanda maçında yaşandı.
Evet, o bildik tanımlamada olduğu gibi olay tüm bir stada, tüm tribünlere mal edilemez ama böyle bir refleksin varlığı da yadsınamaz bir gerçek. Neyse, bütün bu olayların insanlık ailesinin ortak dertleri olduğunu bir kez daha hatırlatalım ve naifçe bir çağrıya soyunalım: Ne bu türden olaylar, ne de Konya’daki gibi ‘münferit tepkiler’ bir daha olmasın...
Futbol belki takımlar boyutunda kendine has taraftarlık ruhuna sahip olsun ama iş insanlığın ortak değerlerine gelince kenetlenme yolunda da sahip olduğu o önemli işlevin hakkını versin... Bu arada
Ocak 2015’teki ‘Charlie Hebdo saldırısı’nın ardından, ‘Katiller’ bu kez sadece karikatüristleri değil onca insanın hayatına kast etti. Hoş, bu katilleri biz çok iyi tanıyoruz; bu yıl Diyarbakır, Suruç ve Ankara’da bu coğrafyanın güzelim insanlarını katletmişler, vicdanı olan herkesin nefretini kazanmışlardı. Ocak’taki ‘Charlie Hebdo katliamı’ sonrası bu sayfalarda ‘Futbolun kültürel kodları’ başlıklı yazıda ‘1998 Dünya Kupası şampiyonu’ Fransa’yı oluşturan oyuncuların orijinleri üzerinden bütün dünyaya verdikleri mesaja şöyle dikkat çekmiştim:
GERÇEK OLUYORDU
“Geçen hafta ‘Üç Renk’li bayrak adeta kanla boyanırken geride derin sosyal ve kültürel yaralar bıraktı. Dünyanın şimdi daha fazla barışa ve eli kanlı katillere karşı dayanışmaya ihtiyacı var. Zidane gibi ‘Multi-kültürel’ özel kodlara da...”Tabii son katliamın tuhaf bir şekilde futbolla direkt bağlantısı var; çünkü katiller katliamın boyutunu daha da geniş alana yaymak adına Stade de France’daki Fransa-Almanya maçını da hedef seçmişlerdi. Katillerden biri stadın yolunu tutmuş, ilk düdükten sonra içeri girmeye çalışmış ama ‘Canlı bomba’ olduğu anlaşılınca kapıda kendisini yok etmiş.Statlar bugüne kadar kimi büyük acıların da yerleri olmuştu. Heysel, Hillsborough ya da 1967’de Kayseri’deki Kayseri-Sivas maçında 43 kişinin hayatını kaybettiği facia gibi... Ama tüm bu olayların nedeni çıkan kargaşada insanların birbirini ezmesiydi. Çoğu Hollywood yapımı dev bütçeli aksiyon filmlerinde gördüğümüz (ve çoğu kez ‘Süper kahramanlar’ın engellediği) terör odaklı stat faciaları, Paris’te az da gerçek oluyordu.
İNSANLIĞIN ORTAK ACILARI SONUÇTA
“Benim derdim klişelerle. Mesela ortaya ‘Eğitim şart’ diye bir klişe attım, bunu yüzde 49.5 de söyleyebilir, yüzde 50.5 de. Herkes bu klişenin içine sığabilir. Ben klişeye düşen aklın fikrin, insana saygıdan yoksun her şeyin karşısındayım. Hakkımda her farklı düşünceden iyi ya da kötü çok şey duyuyorum. Ama bir tane dramatik bir şey biliyorum; herkes onlardan yana olmamı istiyor...”
Önce klasik bir soruyla başlayalım? Neden böyle bir film?
Tür olarak biraz ‘Her Şey Çok Güzel Olacak’, biraz ‘Hokkabaz’, biraz ‘GORA’, az biraz da çizgi film tadı olsun, şöyle keyifli bir ‘hafif komedi’ yapayım diye düşündüm. Kim bilir, sıralamada belki ona denk geldiğimiz içindir de. Var ya hani, komedi, hüzünlü ve eskiye saygı, komedi, hüzünlü ve eskiye saygı sıralaması... İçinde korku trükleri de romantik komedi trükleri de olsun diye kafamda fikirler vardı. Yıllar önce bir esnaf karakterini Tayland’a gönderme, orada plastik fuarına falan katılma üzerine bir proje planlıyordum. Japonya’da bir arkadaşım vardı, onu gönderdim Singapur ve Tayland’da araştırma yapsın diye. Araştırmayı yaptıktan sonra, “Biri iyi, diğeri kötü haberim var” dedi, “iyi olan, filmin çekileceği mekânlar, uygun prodüksiyon imkânları, hepsini ayarladım. Kötü haber, burada ‘Hangover 2’yi çekeceklermiş.”
Önümüzdeki yazı turnuvada geçirmeye garantileyenler ‘Euro 2016’ için hazırlık maçları oynayadursun, Türkiye uzak bir hedefin peşine düşmüş bile.
Ne mi bu hedef?
Bizatihi 2022 Dünya Kupası’nın düzenleneceği Katar’da, ev sahibiyle oynamak.
Böylesi bir maçın getirileri çok: En azından bir stadı tanımak, ambiansı koklamak, iklimin ve hava durumunun (kupa muhtemelen bu tarihlerde oynanacak) ne olacağını görmek gibi...