Dünyanın Sonuna Doğru
◊ Yönetmen:
Viggo Mortensen
◊ Oyuncular: Vicky Krieps, Viggo Mortensen, Solly McLeod, Garrett Dillahunt, W. Earl Brown, Danny Huston, Shane Graham, Rafel Plana, Atlas Green
ABD-Meksika-İngiltere ortak yapımı
Danimarkalı Holger Olsen geleceğini Yeni Kıta’da arayanlar arasındadır. Takvimlerin 1860’ların başını gösterdiği bir zaman diliminde mesleği marangozluk olan bu orta yaşlı adam, nişanlısıyla arasındaki ipleri koparan Kanadalı Vivienne Le Coudy’yle tanışır ve çok geçmeden aralarında bir gönül ilişkisi başlar. İkili birlikte yeni bir dünya kurmak üzere ıssız bir köşede bir ev bulurlar ve güzel, mutlu bir süreci paylaşırlar. Derken Vivienne eve ekonomik katkıda bulunmak ister ve yörenin barında çalışmaya başlar. Holger ise gelen çağrının ardından iyi bir gelir kaynağı olarak gördüğü orduya başvurur ve kapıyı çalan İç Savaş’ta Kuzeylilerin safında cepheye yollanır. Bu hamleler dengeleri bozar. Yörenin toprak ağası Alfred Jeffries’in şımarık ve şiddet yüklü oğlu Weston, genç kadın için yeni bir tehlike olarak belirir...
Köklerine bir saygı duruşu
Amerika doğumlu Viggo Mortensen, köklerine ilişkin de bir saygı duruşu niteliği taşıyan (ki filmi annesi Grace Gamble Atkinson’a adamış) ikinci yönetmenlik çabası (ilki 2020 tarihli ‘Falling’di) ‘Dünyanın Sonuna Doğru’da
NEW YORK'TA BİR GECE
◊ Yönetmen: Christy Hall
◊ Oyuncular: Dakota Johnson, Sean Penn, Marcos A. Gonzalez, Zola Lloyd
ABD yapımı
BAŞARILI PERFORMANS
Dakota Johnson baba şefkatini kendinden yaşlı, evli erkeklerde arayan bir profili son derece inandırıcı çizgilerle perdeye taşıyor.
JFK Havaalanı... Uçaktan inen bir kadın taksiye biner ve Manhattan’ın merkezinde bir bölgeyi tarif eder. Yolculuk az biraz ilerledikçe dikiz aynasından hafifçe yüzünü gördüğümüz şoförü de net çizgileriyle tanırız. 60’larında, yaşı ve yaşadıkları yüzüne belirgin bir şekilde yansımış biridir o. Şoför mahallinde asılı olan sürücü belgesinde Vinny yazmasına karşın adının Clark olduğunu, daha doğrusu kendisine böyle seslenmesini istediğini söyler. Hamle sırası sarışın genç kadına geldiğinde ismini söylemez. Kadın bir yandan Clark’la hasbihal ederken bir yandan da cep telefonuna gelen mesajları cevaplar... Yolculuk esnasında trafik sıkışır, önlerinde birkaç araç birikir, polis araçlarının yanıp sönen lambaları yol üstünde bir sorun olduğunu hissettirir ve bu esnada muhabbet daha da koyulaşır...
Christy Hall’un ilk uzun metrajlı filmi ‘New York’ta Bir Gece’ (Daddio), sıradan birkaç cümleyle başlayıp bütün bir yolculuk boyunca taksi şoförü ve müşterisi etrafında gelişen, sohbet derinlik kazandıkça iki tarafın da geçmiş ve şimdiki zamanlarında gezinen bir hal alıyor. Basit bir taksi yolculuğu giderek fiziksel bir mesafenin (havaalanı-yolcunun evi) dışına taşarak deneyimler, tecrübeler, yaşanmışlıklar, tavsiyeler, aşk, ilişkiler, kimi kişisel ifşaatlar etrafında gezinen ruhsal bir deneyime dönüşüyor. Yolcu, Oklahoma’daki iki haftalık aile ziyaretinin tortularını çocukluğuna uzanarak ve babasıyla ilişkisinin kodlarını paylaşarak aktarırken karşısındaki şoföre bir tür açılıyor. Clark ise sanki taksisinin arka koltuğunu ‘terapist koltuğu’ gibi kullanıyormuşçasına yolcusuyla hasbihal ederken hem önerilerde ve yorumlarda bulunuyor hem de ilk karısından başlayarak ilişkilerini, baştaki umutlarını, sonradan ortaya çıkan hayal kırıklıklarını paylaşıyor.
GEBER
◊ Yönetmen: Nikhil Nagesh Bhat
◊ Oyuncular: Lakshya, Tanya Maniktala, Raghav Juyal,
Ashish Vidyarthi, Abhishek Chauhan, Harsh Chhaya,
Adrija Sinha, Meenal Kapoor, Parth Tiwari, Kashyap Kapoor,
Pratap Verma, Mukesh Chandelia, Arun Thakur
Hindistan-ABD ortak yapımı
Ulusal Güvenlik Muhafızları’ndan Yüzbaşı Amrit Rathod, bir operasyon dönüşü kız arkadaşı Tulika Singh’den babasının kendisini başkasıyla nişanladığını öğrenir. Yakın dostu Yüzbaşı Viresh’le nişanın gerçekleştiği Ranchi’ye gider. Amacı Tulika’yı kaçırmaktır. Genç kadın böyle bir durumda zengin bir işinsanı olan babası Baldeo Singh Thakur’un peşlerini bırakmayacağını söyler ve Yeni Delhi’ye dönüş treninde buluşmalarını ister. Amrit’le Viresh trene binerler ve yolculuk başlar. Lakin trende soygun için bekleyen bir çete vardır. Elebaşı Fani, eylem sırasında Tulika ve ailesine de zarar verince iş çığırından çıkar. Duruma el koyan Amrit ve Viresh, kendilerinden sayıca çok daha fazla olan çete üyelerine karşı mücadeleye girişir...
Deadpool&WolverIne
◊ Yönetmen:
Shawn Levy
◊ Oyuncular:
Ryan Reynolds,
Hugh Jackman, Emma Corrin, Matthew Macfadyen, Rob Delaney, Morena Baccarin, Karan Soni, Leslie Uggams, Wesley Snipes, Channing Tatum, Dafne Keen, Aaron Stanford, Chris Evans, Jennifer Garner, Brianna Hildebrand, Tyler Mane
ABD yapımı
Artık sadece Wade Wilson kimliğini kullanan Deadpool, ‘Avengers’ ekibine katılmak için yaptığı başvurular (!) reddedilmiş, kız arkadaşı Vanessa tarafından terk edilmiş bir ‘tutunamayan’dır ve hayatını ikinci el araba satarak kazanmaya çalışır. Derken birtakım paralel evrenleri düzenleyen kurumun temsilcisi konumundaki Bay Paradox ortaya çıkar ve varlığını sürdürmesinin yolunun doğru ‘Wolverine’i bulmak olduğunu belirtir. Nihayetinde aranan Wolverine ‘Hiçlik’ (altyazılarda Türkçeye ‘Boşluk’ olarak çevrilseymiş daha doğru olurmuş) adındaki çölümsü tuhaf bir yerleşimde bulunur. Burası ‘X-Men’ dünyasından hatırladığımız Prof. Charles Xavier’in ihtiraslı ikiz kız kardeşi Cassandra Nova’nın hükümranlığında bir düzene sahiptir. Wade, Wolverine’le birlikte Cassandra ve himayesindekilere karşı mücadeleye soyunurken asıl olarak geriye dönüp ana evrendeki gidişatı tekrar rayına koymanın çabası içindedir.
Siyah-beyaz görüntüler... Bir Nazi subayı, minik bir kız çocuğunun elini tutan kadını nihayetinde öldürüyor. Derken çocuk Amerikalı bir asker tarafından kurtarılıyor. O, artık kurtarıcısı bellediği askere sımsıkı sarılıyor. Lakin meydana bir kadın geliyor ve onu muhtemelen yetimhaneye götürmek üzere çekip alıyor. Işıklar yandığında salondaki seyircilerden bazıları ağlarken kamera Iris, kız kardeşi Mimosa ve annesine odaklanıyor. Üçlü sinema salonundan çıkarken anne ‘halkın eleştirmeni’ sıfatıyla (!) yorumunu yapıyor: “Eski Amerikan sineması ne güzeldi, büyüleyici hikâyeler anlatırlardı. Şimdi İtalyanlar ne kadar acı varsa onu izletiyor, savaş yetmiyormuş gibi.”
İtalyan Yeni Gerçekçiliği’ne (muhtemelen de Roberto Rossellini sinemasına) atıfta bulunan bu girişin ardından salonun önünde gezinen hayta görünümlü bir genç, Iris’i tarihi bir filmin çekimleri için ertesi gün yapılacak seçmelere davet ediyor. Bu teklif kızların ve annelerinin gönlünü bir şekilde çeliyor,
ne de olsa onlar sinemaya sevdalılar.
Üçlü, seçmelerin yolunu tutarken sakin, minyon tipli Mimosa da şansını deniyor ama olmuyor. Derken stüdyo içinde şaşkın bir biçimde dolaşırken koridorda kılıç ve sandaletlerin hâkim olduğu, Eski Mısır’da geçen filmin Kleopatra’yı andıran ana karakterini canlandıran Josephine Esperanto’yla göz göze geliyor. Uluslararası yıldız çok geçmeden talimat veriyor ve nedimelerden birini onun oynamasını istiyor. Peşi sıra beklenmedik gelişmeler oluyor. Esperanto çekim sonrası Mimosa’yı yanında istiyor, arabasına alıyor, akşam yemeğine davet ediyor ve oradan da bir partiye götürüyor.
Saverio Costanzo son filmi ‘Şafak Sökerken’de (Finalmente l’alba), 1950’ler İtalya’sında Roma’daki ünlü Cinecittà Stüdyoları’na yolu düşen genç bir kızın, bir gün boyu yaşadığı gerçeküstü maceraya odaklanıyor. Kendisini neden yanında istediğini anlamadığı bir Hollywood yıldızının peşinde, tanımadığı ama uzaktan hayran olduğu yıldızlarla dolu bir dünyanın kapısını aralıyor. Ve orada karşısına bambaşka kişilikler, hasletler, karakterler çıkıyor. Ava Gardner, Liz Taylor, Rita Hayworth gibi yıldızların bir karışımı olarak sunulan Esperanto, aralarında bir ilişki olduğuna dair hissiyat yayan rol arkadaşı Sean Lockwood ve sanat simsarı Rufus Priori’yle birlikte yanlarına Mimosa’yı da katıp gerçek kişiliklerini sergiledikleri bir gecenin ortağına dönüşüyorlar.
‘Babylon’u andırıyor...
Genç kızı parti ortamında İsveçli şair Sandy olarak lanse eden Esperanto, narsist kişiliğini ortaya saçıp dökerken ‘yıldızım, her istediğimi yaparım’ı göstermek için çabalayıp duruyor. Lockwood ise Mimosa’daki masumiyete vurulduğunu kanıtlama derdinde. Yıldız olmak isteyen ve cesedi deniz kıyısında bulunan bir kızın hikâyesi filmde alt motif olarak sunuluyor. Bütün bu şatafatlı, bir o kadar da trajedi içeren olaylar zengin birinin malikânesinde geçiyor.
Fatih Akın yaklaşık 9 yıl sonra İstanbul’a geldi. Ben de en son 2014’te konuştuğum yönetmenle tekrar bir araya gelip yeni projeleri, İstanbul’un onda bıraktığı izler, Martin Scorsese’nin ‘Ren Altını’ndaki Uğur Yücel performansına ilişkin görüşleri gibi geniş bir yelpazede konuşmak istedim.
◊ Seninle en son Aralık 2014’te ‘Kesik’ filmin vesilesiyle bir söyleşi yapmıştım. Ve o tarihten sonra ilk kez yeniden İstanbul’a geliyorsun. Bu kez neler gözledin?
Geldiğim akşam dışarı çıktım. Gündüz Bebek’e indim, sonra tekrar buraya (Beyoğlu) geldik, bizimkilere dedim ki: “Benim eski mahallemi görmem lazım, bir de fazla yemek yedik, bir dolanalım, gelir misiniz?” “Yok, sen dolaş” dediler. Çıktım, dolaştım biraz. Fazla değil yani, 45 dakika falan. Buradan Asmalımescit’i dönüp Tünel’e, oradan Çiçek Pasajı’na, o kadar sadece.
◊ Nasıl buldun peki?
Valla herkes bana dedi ki “İstanbul çok değişti, eski tadı yok”. Ben de şey zannettim, çok çok değişmiş. Şöyle bir durumdan bahsedeyim; bir sürü insan var şimdi Türkiye’den gelip Almanya’da yaşayan. Her yerde İstanbul Türkçesini duyarız. Hamburg’da benim mahallemde de... Çünkü yaklaşık 250 bin insan geldi; doktorlar, akademisyenler, ‘beyaz yakalılar’ yani. Yeni ve farklı bir kuşak... Ve çok ilginç, şu anda onlar hakkında bir şey yazıyorum. Şimdi onlar böyle deyince, “Burada her şey bitmiş” falan. Baktım, evet mesela müzikler biraz ticarileşmiş ama bu türden şeyler her yerde böyle. 20 sene önce ‘İstanbul Hatırası’nı çektiğimde o sokaklar benim ortağımdı, şimdi de ortağım gibi geldi. Ne kadar karanlık olsa, tehlikeli olsa bile o sokaklar bana güven veriyordu, “Merak etme, biz sana bakarız” diyordu. Bu gelişimde kısık sesli olsa da ben o sesleri yine duydum.
◊ Ama sonuçta bahsettiğin yer Beyoğlu ve çevresi. Mesela ‘İstanbul Hatırası’nın galasının yapıldığı Emek Sineması yok artık. Neyse, buradan şu soruya geçeyim: ‘Duvara Karşı’nın kimi sahneleri ‘Büyük Londra Oteli’nde çekildi, keza ‘İstanbul Hatırası’nda da Alexander burada kalıyor ve şehre otelin pencerelerinden bakıyordu. Sen de burada kalıyorsun. Nedir buranın sendeki özel yeri?
Öcüler var diye duydum ben. Onları Birol (Ünel) da duydu. Bir gece beraber uyudum onlarla. “Sen de duydun mu lan?” diye sormuştum, “Evet” demişti. Mavra bir tarafa, burası gerçekten bir film seti gibi. Oteldekiler de istediğin zaman seni rahat bırakıyorlar, özetle bu ortamı seviyorum.
Ay’a gitmek insanlık tarihi için bir dönüm noktasıydı. Bu, türümüzün ait olduğu gezegenden evrendeki en yakın görünen noktaya doğru çıktığı ilk büyük yolculuğun ifadesiydi. Takvimler 20 Temmuz 1969’u gösterdiğinde, saat 20.18’de Apollo 11’in üç mürettebatından Neil Armstrong ve Edwin ‘Buzz’ Aldrin (ekipteki diğer kişi Michael Collins’ti) Ay yüzeyindeki yürüyüşlerini gerçekleştirirken
Armstrong tarihe geçen o ünlü cümlesini de kuruyordu: “Benim için küçük, insanlık için büyük bir adım.”
Bu serüven uygarlık tarihinde önemli bir not olurken siyasal bir çekişmenin de merkezindeydi. Dönemin iki kutuplu dünyasında ABD’yle Sovyetler arasındaki mücadele uzaya taşınmış, iki taraf birbirine gökyüzünde üstünlük sağlamak amacıyla kimi hamlelere soyunmuştu. Ay’a yolculuk söz konusu rekabetin yeni bir parçasıydı. İki ülke arasındaki uzay mücadelesi 1960’ların başında kızışmıştı. Nisan 1961’de Rus kozmonot Yuri Gagarin’in Vostok 1’le uzaya çıkan ilk insan unvanını almasının ardından ABD Başkanı John F. Kennedy, Eylül 1962’de yaptığı konuşmada 10 yıl içinde Ay’a gitme konusunda kararlı olduklarını ve bu yönde çalışacaklarını belirtmişti.
BENİ AY’A UÇUR
◊ Yönetmen: Greg Berlanti
Yeni kıtanın dışarıdan gelen tarafından parsellenmeye başladığı dönemler. Tarihler 1859’u gösterirken San Pedro Vadisi’nde üç beyaz, akıp giden bir nehrin yanında kendilerine gelecek kurma adına arazi üzerinde çalışıyor. Akabinde onları gözetleyen apaçileri de görüyoruz… Dört yıl sonrasına atladığımızdaysa onlar artık mezardadırlar ve söz konusu çevrede yeni sakinleriyle birlikte kasabamsı bir yerleşim oluşmuştur. Topluluk bir gece kutlama yaparken o toprağın gerçek sahipleri tarafından kanlı bir saldırıya uğrar. Bir grup apaçi ortalığı yakıp yıkar ve kanlı bir katliam düzenler. Ertesi gün yerleşime gelen Teğmen Trent Gephart ve askerleri baskından bir dehlizde saklanan ve oğluyla kocasını kaybeden Frances Kittredge ve kızı Lizzie’yi himayesi altına alır. Öte yandan Wyoming’de maden işi için bölgeye gelen Hayes Ellison, öğleden sonra için sözleştiği seks işçisi Marigold’la buluşmaya giderken yörenin kötü şöhretli ailesi Skyes’ların oğlu Caleb’ı öldürür ve akabinde genç kadınla baktığı küçük çocuğu da yanına alarak kaçar… Bu arada devasa kanyonların gölgesinde ve yukarıdan kendilerini gözetleyen Kızılderililerin eşliğinde bir kervan, Matthew Van Weyden adlı bir kişi öncülüğünde ilerlemektedir… Kanlı saldırıyı ise kabilenin şefi olan babasının barışçıl politikasına bayrak açan ve meselelerin şiddetle çözülebileceğine inanan genç apaçi Pionsenay ve kardeşi Taklishim’in sürüklediği bir grup gerçekleştirmiştir…
Kevin Costner yine western türüne ait bir film olan 2003 tarihli ‘Uzak Ülke’nin (Open Range) ardından 21 yıl sonra tekrar kamera arkasına geçiyor ve yukarıda ilk bölümünün konusunu özetlediğim devasa hamlesi ‘Horizon: An American Saga’yla huzurlarımıza geliyor. İkinci bölümünün Ağustos 2024’te vizyona girmesi beklenen bu destansı çabanın son iki adımının (üçüncüsünün çekimlerine mayısta başlanmış) ne zaman seyirci karşısına çıkacağı belli değil, ayrıca Hollywood’un eski yakışıklısı bu proje için kendisi de bir servet koymuş (yazılıp çizilenlere göre 38 milyon dolar yatırmış).
Western, sinemanın emekleme döneminden gelişim çağına kadar Hollywood’u ayakta tutan öte yandan yaşanan ülkenin yakın tarihini perdeye aksettiren bir türdü. Postmodernist çağlara direnemedi ve yavaşça sahneden çekildi. Uzun süre Amerikan sağının gözde türüydü; çünkü sektör filmlerinde işgal edilen toprakların eski sahiplerini vahşi gösteriyor ve onlara bir tür medeniyet getirildiğini hatırlatan öyküler eşliğinde yapıtlar üretiliyordu. Dönemin aksiyon sinemasının ve kahramanlık prototipinin de ifadesiydi western. Sonlara doğru daha derin öyküler, şiddetle, Kızılderililere yapılan haksızlıklarla hesaplaşmalara giden yapımlar da izledik.
Costner ‘dörtlüğü’nde sakin bir anlatım tuttururken ‘western’in tüm klişelerini öyküsüne yedirmiş.
12 dalda Oscar’a aday olan ve ‘En İyi Yönetmen’le ‘En İyi Film’ olmak üzere yedi kategoride heykele uzanan ‘Kurtlarla Dans’ bu örneklerden biriydi ve en önemlisi Kevin Costner’ın kariyerindeki yapıtaşıydı. Dolayısıyla artık 69 yaşında olan bu eski yıldız için western çok bildik bir liman. ‘Horizon: An American Saga’ son derece meşakkatli bir proje olabilir ama yaratıcısı açısından hâkim olduğu sularda geçiyor…
Costner bu son hamlesinde ele aldığı dönemi geniş bir alana yayarak anlatmaya