Paylaş
Dünyanın Sonuna Doğru
◊ Yönetmen:
Viggo Mortensen
◊ Oyuncular: Vicky Krieps, Viggo Mortensen, Solly McLeod, Garrett Dillahunt, W. Earl Brown, Danny Huston, Shane Graham, Rafel Plana, Atlas Green
ABD-Meksika-İngiltere ortak yapımı
Danimarkalı Holger Olsen geleceğini Yeni Kıta’da arayanlar arasındadır. Takvimlerin 1860’ların başını gösterdiği bir zaman diliminde mesleği marangozluk olan bu orta yaşlı adam, nişanlısıyla arasındaki ipleri koparan Kanadalı Vivienne Le Coudy’yle tanışır ve çok geçmeden aralarında bir gönül ilişkisi başlar. İkili birlikte yeni bir dünya kurmak üzere ıssız bir köşede bir ev bulurlar ve güzel, mutlu bir süreci paylaşırlar. Derken Vivienne eve ekonomik katkıda bulunmak ister ve yörenin barında çalışmaya başlar. Holger ise gelen çağrının ardından iyi bir gelir kaynağı olarak gördüğü orduya başvurur ve kapıyı çalan İç Savaş’ta Kuzeylilerin safında cepheye yollanır. Bu hamleler dengeleri bozar. Yörenin toprak ağası Alfred Jeffries’in şımarık ve şiddet yüklü oğlu Weston, genç kadın için yeni bir tehlike olarak belirir...
Köklerine bir saygı duruşu
Amerika doğumlu Viggo Mortensen, köklerine ilişkin de bir saygı duruşu niteliği taşıyan (ki filmi annesi Grace Gamble Atkinson’a adamış) ikinci yönetmenlik çabası (ilki 2020 tarihli ‘Falling’di) ‘Dünyanın Sonuna Doğru’da
(The Dead Don’t Hurt) dokunaklı bir western öyküsü anlatıyor. Türün derinlikli, felsefi, ‘öteki’ye bakışı sağlam örnekleri, bilindiği gibi Vahşi Batı’ya ilişkin öykülerin artık kendini tekrarlamaya başladığı dönemlerde ortaya çıkmıştı. İyi beyazlar, kötü Kızılderilileri bir yana bırakıp işin sosyolojik ve psikolojik yanına kulak kabartan yapımlar Amerika mozaiğini oluşturan değerleri ve onların yaşadığı serüvenleri daha doğru noktalardan ele alıyordu. Mortensen’in filmi, ilkini yakın zaman önce izlediğimiz Kevin Costner’ın epik dörtlemesi ‘Horizon: An American Saga’ gibi çok geniş hatlarda dolaşmasa da kendi çapında bir soluk olma çabası barındırıyor.
‘Dünyanın Sonuna Doğru’ önce zırhlı bir şövayle görüntüsü eşliğinde açılıyor, ardından da kamera son nefesini vermekte olan bir kadının yüzüne odaklanıyor. Peşi sıra eşini kaybetmiş ve yanına küçük oğlunu alarak yaşadığı yeri terk eden birini, Holger Olsen’i tanıyoruz. Adaletin sağlanmadığı ama yerine getiriliyormuş gibi görüldüğü topraklarda ‘Şerif’ unvanına sahip bu adamın genel görüntüsü ve nihayetinde veda süreci hafiften Clint Eastwood’un ünlü klasiği ‘Affedilmeyen’i (Unforgiven) ve onun kahramanı William Munny’yi akla getiriyor. Sonrasında anlıyoruz ki yönetmen Mortensen yazıp yönettiği ‘Dünyanın Sonuna Doğru’da asıl olarak kadın karakteri üzerine örülü, feminist tonlara göz kırpan bir öykü anlatma derdinde.
Zaman zaman geri dönüşlerle ilerleyen filmde Vivienne kendisine rol modeli olarak Jeanne d’Arc’ı seçmiş ve babası İngilizler (onlara geçmişin çizgi romanlarında ‘Kırmızı Urbalılar’ denirdi) tarafından acımasızca infaz edilmiş biridir. Ve yaşadığı travmanın ardından hayat boyu adaleti aramanın ve bu konuda ısrar etmenin öğretileriyle yüklenmiştir. Her daim kendi ayakları üzerinde durmanın yollarını arar. Fakat karşısına çıkan Olsen, İç Savaş’a katılmak üzere yanından ayrıldığında kötülüğün karşısında duramaz ve trajik bir gelişmenin parçası olur...
Mortensen öyküsünün aritmatiğini iyi kurmuş görünüyor. Toprak ağası Jeffries, oğlu Weston ve bu ikilinin tüm illegal işlerine, kasaba sakinlerine karşı yaptıkları zulme göz yuman mülki amir Rudolp Schiller, kirli düzenin parçalarından biri olan hâkim vs. hepsi kötülüğün yasal unsurları. Weston istediği adamı dövdüğünde ya da öldürdüğünde, istediği kadına tacize yeltendiğinde gözlerini ve kulaklarını kapatıyorlar, suçu da bir masuma yükleyerek görevlerini yerine getiriyorlar! Hikâye arka plana ‘Vahşi Batı’nın bu klasik reflekslerini yerleştirirken Holger’in cepheye gitmesiyle geride kalan Vivienne’in yaşadığı trajediyi ön plana çıkarıyor. Evet, senaryo iskeletini iyi kurmuş ama Holger’in savaşa dahil olma motivasyonu konusunda pek ikna edici değil. Her ne kadar köleliğe karşı savaş yeterli neden olsa da, filmde bu durum Vivienne’in trajedisini görmemiz için yalnız kalması gerekiyormuş, o yüzden yapılmış bir hamle izlenimi veriyor. Bu mesele daha doyurucu şekilde anlatılmalıymış gibi geldi bana. Nihayetinde bize sunulan kıssadan hisse şu: Erkek, kadınını yalnız bırakmasının bedelini kötü ödüyor.
Karizmatik kovboy
İşin oyunculuk kısmına göz atarsak; Mortensen, Holger’de Batı’nın yalnız ama yüreği iyilikten yana atan ‘karizmatik kovboyları’ndan birini canlandırırken yeterince inandırıcı bir profil çiziyor. Son dönemin en iyi kadın oyuncularından biri olan ve el attığı her karaktere önemli dokunuşlar katan Vicky Krieps, Vivienne’de yine muhteşem. Erkekler dünyasında ayakta duran ve kişiliğiyle öne çıkan karakterini son derece etkileyici bir portreye dönüştürüyor. Hikâye ikili arasındaki yaş farkını ise kadın karakterin baba figürüne olan özlemiyle açıklamayı yeğliyor sanki.
Film kimi boşluklarına rağmen hüzünlü bir havayı seyircisine geçirmeyi başarıyor. Görüntü yönetmeni Marcel Zyskind’in kamerası kuşaklar boyu bize ‘kovboy filmleri’ni sevdiren türden kadrajlar sunuyor. Derin noktalara göz kırpan ‘Vahşi Batı’ öykülerine ilgi duyuyorsanız kaçırmayın... Ayrıca kadın kahramanlı western’ler o kadar azdır ki ‘Dünyanın Sonuna Doğru’ literatüre yeni bir halka ekliyor.
‘Şiddetli’ aşka hayır...
Yakışıklı beyin cerrahı Ryle Kincaid’le bir çatı katında tanışan ve arasında bir ‘elektrik’ doğan Lily Blossom Bloom, açtığı çiçekçi dükkânıyla yeni bir geleceği aralamak ister. Tesadüf odur ki; Ryle, yanında çalışmaya başlayan Allysa’nın erkek kardeşidir. Her şey yolunda giderken ve ilişki ilerlerken kimi arızalar ortaya çıkar; genç kadın bir yandan da gençlik aşkı Atlas’ın civardaki en iyi lokantayı işlettiğini öğrenecektir...
Colleen Hoover’ın çok satan romanından sinemaya uyarlanan ‘Bizimle Başladı Bizimle Bitti’ (It Ends With Us) geçmişi yaralı iki ana karakter eşliğinde aile içi şiddeti perdeye taşıyor. Ana karakterlerden Ryle’ı canlandıran Justin Baldoni’nin yönettiği yapım meseleye ilişkin doğru noktalarda dolaşsa da 130 dakika süresince romantiğe fazla göz kırpmıyor ve ana iskelet yerine yan unsurlarda gereksizce zaman kaybediyor gibi. Bu yanıyla da sanki iyi bir fırsat kaçırılmış. Ama Bloom’un ailesinde tanık olduğu şiddeti kendi hayatına taşımaması ve dik duruşu filmin en büyük artısı. Yine de öyküde zorlama yanlar ve boşluklar (mesela Lily, gençlik aşkı Atlas’tan kopmaya nasıl ikna olmuş, neden yıllardır aramamış, merak etmemiş) var. Blake Lively, annesinin kaderini yaşamamak konusunda doğru yerde konum alan Lily Bloom’da başarılı bir performans ortaya koyuyor. Bu arada filmin senaristi geçen hafta vizyona çıkan ‘New York’ta Bir Gece’nin yönetmeni Christy Hall.
Ve diğer seçenekler
1979 tarihli Ridley Scott’ın ünlü klasiği ‘Alien’ın yeni hamlesi ‘Alien: Romulus’ta bir grup genç uzay sömürgecisi, terk edilmiş bir istasyonda temizlik yaparken korkutucu bir yaşam formuyla karşı karşıya kalır. ‘Kötü Ruh’, ‘Nefesini Tut’ gibi filmleriyle tanıdığımız Uruguay kökenli Fede Alverez’in yönettiği yapımın başrollerinde Isabela Merced, Cailee Spaeny, Archie Renaux, Aileen Wu, David Jonsson, Spike Fearn ile Robert Bobroczkyi gibi isimler rol alıyor.
Haftanın menüsündeki diğer yapımlar:
‘Son Bir Tatil’
(Yön: Erkan Özcan), ‘Amir’
(Yön: Anastasiya Budakva),
‘Yarışçılar: Büyük Hesaplaşma’
(Running Man: Revengers/ Yön: Young Sik Uhm-DaHee Kim)
Paylaş