Geniş bir araziye yayılmış bir domates ormanı adeta, tuzlanıp kurutulmaya bırakılıyorlar... Eyüp, bir ara İzmir’e taşınmış ama orada tutunamayarak memleketine dönmüştür. Domates işi onun yeni ekmek kapısıdır. Ne var ki
işvereni Hemme uzun bir süredir yevmiyelerini ödememektedir. Üstüne üstlük hakkını aradığında anasına küfreder. Gidişata ve kendisine yapılan hakarete boyun eğmeyen Eyüp, Siverek’teki evine gidip silahını alarak Hemme’yi öldürmeye karar verir. Lakin önce motoru arızalanır, sonrasında da karşısına çıkan kimi dönemeçler (!) eylemini gerçekleştirmesini engeller...
Kısa filmlerle başladığı sinema serüveninde ilk uzun metrajına da imza atmayı başaran Murat Fıratoğlu, yukarıda konusunu özetlediğim ‘Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri’nde son derece çarpıcı bir yapıtla karşımıza çıkıyor. Asıl mesleği avukatlık olan genç yönetmen bu ilk adımında sade, hayatın kendi akışı içinde biçimlenen, komediye fazlaca göz kırpan, kimi çelişkilerden beslenen ve şiirsel anlar da barındıran bir çalışma ortaya koymuş.
Film bir düğün esnasındaki coşkulu halay sahnesiyle açılıyor ve ardından kızgın güneşin altında emeğini ortaya koyanların arasına dahil oluyoruz. Öykünün ana karakteri Eyüp (Murat Fıratoğlu canlandırıyor) patronuna karşı öfke patlamasıyla gerilimi yükseltiyor ve sonrasında onun intikam alma çabasının kimi çevresel faktörler ve yan karakterlerle (!) yavaş yavaş sündürülme sürecine tanıklık ediyoruz. Eylemin bir an önce gerçekleşmesini sekteye uğratan ilk engel çalışmamakta ısrar eden motor oluyor. Sonrasında Eyüp, Siverek’e ulaştığında kendisini yemeğe davet eden esnaf, uykuya dalmış bakkal, namaza gideceği için dükkânını ona teslim eden kırtasiyeci, burada alışverişe gelen geçmişte ilgi duyduğu okul arkadaşı, kendisine karpuzunu taşıtan ve evinin bahçesinde bu karpuzu mutlaka tatmasını isterken uykuya dalan ihtiyar (bence filmin doruk noktasıydı) vs. derken Hemme’ye yönelik harekât bir türlü gerçekleşemiyor. Belki şöyle ifade etmek daha doğru olacak: Gündelik hayatın sıradan ve spontan akışına, içindeki ‘iyi’yle dahil olan Eyüp ‘kötülük yapmaya’ fırsat bulamıyor. Yaşamın döngüsü şiddete engel olurken intikam hissini de kendiliğinden yok ediyor. ‘Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri’ o meşhur Çehov ‘kıssadan hisse’sinde belirtildiği gibi silahı gösteriyor ama şükür ki nihayetinde patlamıyor! Meseleyi futbol diliyle açıklarsak hayatın gidişatı Eyüp’ün öfkesini adeta göğsünde yumuşatıyor ve akabinde attığı paslarla onu iyi bir takım oyuncusuna dönüştürüyor.Filmde kızgın güneşin altında emeğini ortaya koyanların arasına dahil oluyoruz.
Murat Fıratoğlu’nun yapıtı özellikle İranlı yönetmen Abbas Kiarostami’nin stilinden izler taşıyor (ki yönetmen, çeşitli söyleşilerinde bu durumu kendi de ifade etti) ve seyircisini zamanın içinde salınan bir karakterin peşinden sürüklüyor. Öykü intikam ve öfke gibi duygular eşliğinde gerilimvari bir havada açılırken çok geçmeden kendini şifalı sulara teslim ediyor ve film asıl kimliğini çelişkilerden beslenen mizahla buluyor. Böyle bir dili ve atmosferi daha ilk filmde tutturmak kolay iş değil. Yönetmen Fıratoğlu bu zorlu denklemin üstesinden amatör oyunculardan oluşan kadrosuyla birlikte geliyor.
Festivallerle ortaya çıktı
‘Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri’ festivaller aracılığıyla ortaya çıkan ve hakkı teslim edilen bir yapım oldu. Adana Altın Koza’da Nuri Bilge Ceylan başkanlığındaki jüriden En İyi Film ödülünü alırken Venedik’te Orizzonti Jüri Özel Ödülü’ne uzandı. Ankara Film Festivali’ndeyse En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Kurgu ödüllerinin sahibi oldu. Şimdi de sırada yeni bir sınav var; beklentim odur ki bu samimi öykü vizyon serüveninde de seyircinin gönlünü alır ve ilgi görür. Öte yandan son 10-15 yıllık bir periyotta sinemamızda ilk film olarak festival ortamlarında az ya da çok beğeni kazanmış ama gerisi gelmemiş adımlar bir hayli fazla. Umarım Fıratoğlu sonraki hamleler için ısrar eder, bütçe bulma meselesinin üstesinden gelir, ilk filminin ışıltısını sürdürmeyi başarır ve sinemamız için uzun vadede yeni bir ses, yeni bir soluk olur.
Toparlarsak; etkisini sadeliğinden, ironisini gündelik hayatın akışından alan ve bir yanıyla öfke destekli erkeklik gösterisini de boşa düşüren bu filmi kaçırmayın derim.
Adalete olan güvenini çoktan yitirmiş bir avukat... Rita Moro Castro hayatını idame ettirebilmek için çabalarken yanlış tarafta olduğunun ve sistemin nasıl işlediğinin çoktan farkına varmıştır ama yine de elinden pek bir şey gelmez. Derken Castro kaçırılır ve kendisini Mexico City sokaklarının karanlık liderlerinden Manitas del Monte’nin karşısında bulur. Bu suç baronunun ondan basit bir isteği vardır: Geniş bir arama-tarama yapacak ve cinsiyet dönüşümü gerçekleştirecek en doğru merkezi bulacaktır. Bu işin karşılığında alacağı ücretle de hayatının sonuna kadar çalışmadan yaşayabilecektir. Castro teklifi kabul eder ve nihayetinde operasyon gerçekleşir. Manitas artık Emilia Pérez’dir...
Aradan bir süre geçer, Londra merkezli çalışırken bir davette konuklardan biri onunla samimi bir sohbete girişir. Castro, çok geç karşısındaki kişinin Emilia olduğunu anlar ve kendisinden yeni bir isteği vardır. Öldüğü yalanıyla ortadan yok olmasıyla birlikte İsviçre’ye yerleştirdiği eski eşinin ve iki çocuğunun tekrar Meksika’ya dönmesine yardımcı olacaktır. Ayrıca Emilia kendisini, karısı Jessi ve çocuklarına sonradan ortaya çıkan yakın bir akrabası olarak tanıtacaktır.
Vakti zamanında İstanbul Film Festivali’nde gösterilen ‘Düşen Adamlara Bak’la (Regarde les hommes tomber, 1994) tanıdığımız ve sevdiğimiz Jacques Audiard, sonraları ‘Yeraltı Peygamberi’ (Un prophète, 2009), ‘Pas ve Kemik’ (De rouille et d’os, 2012), ‘Dheepan’ (2015), ‘Sisters Biraderler’ (Les frères Sisters, 2018) gibi filmleriyle uluslararası bir şöhrete kavuştu. 1952 doğumlu Fransız yönetmen girişte konusunu özetlediğim son çalışması ‘Emilia Pérez’de son derece değişik bir öykünün izlerini sürüyor.
Audiard pandemi döneminde Boris Razon’un 2018 tarihli romanı ‘Écoute’yi okurken kitaptaki trans bir uyuşturucu satıcısı karakterinden yola çıkarak oluşturduğu bu yapıtında seyircisini hem suç dünyasının koridorlarında dolaştırıyor hem de farklı tonda bir müzikal filmin içine çekiyor. Biliyorum, müzikal çok çok geçmişte kalmış bir tarz ve günümüz izleyicisi bu türden adımlara pek şans tanımıyor. Ama ‘Emilia Pérez’ hem biçimsel yapısı hem de bizi davet ettiği dünyanın ilgiye değer karakterleriyle kendisini çok rahatça izlettiriyor.
Jacques Audiard’ın eseri Meksika dizilerinin tadını sunarken içerdiği yoğun melodramla, dertleri ve atmosferiyle uzaktan uzağa Pedro Almodóvar filmi hissi de veriyor. Emilia Pérez geçmiş hayatında ve bedeninde bir suç makinesi, acımasız bir katilken yeni kimliği, ruhu ve bedeni onun bir anlamda geçmişiyle hesaplaşmasını sağlıyor. Ve yardımcısı rolünü verdiği Rita’yla birlikte kurduğu La Lucecita (Küçük Işık demekmiş) adlı sivil toplum kuruluşuyla Meksika’daki uyuşturucu kartellerinin işlediği cinayetlerde hayatını kaybedenlerin akıbetinin araştırılması için çaba harcıyor. Faili meçhullerin peşine düşülmesi ve yakınlarının dertlerine derman olunması için uğraş veriyor. Lakin bu esnada eşi Jessi, eski aşkı Gustavo’yla yeni bir yol haritası çizip çocukları alarak evden ayrılmak isteyince kıskançlık, evlatlarından uzak kalma durumu vs. gibi nedenlerle içindeki canavar (!) bir kez daha uyanıyor...Gascón filmde hem Manitas del Monte’yi hem de Emilia Pérez’i canlandırıyor.
Cannes tarihinde bir ilk
Görüldüğü gibi ‘Emilia Pérez’ yer yer arabesk tonlar taşıyan ama müzikal yapısı, olay örgüsü, şaşırtıcı karakterleri ve sinematografik yanlarıyla son derece çekici bir çalışma. Filmi taşıyan unsurların başında da oyunculuklar geliyor. Avukat Rita’da Zoe Saldaña; Manitas ve Emilia Pérez’de Karla Sofía Gascón çok iyi. Keza Jessi’de Selena Gomez ve Emilia’nın aşkı Epifanía’da Adriana Paz da başarılılar. Nitekim bu yıl Cannes’da dördüne birden En İyi Kadın Oyuncu ödülü verildi. Bu topluluk içinde elbette Karla Sofía Gascón’un hikâyesi çok daha ilginç. 52 yaşındaki İspanyol oyuncu yıllardır erkek kimliğiyle (o zaman adı Juan Carlos Gascón’du) Meksika dizilerinde oynadı. 19 yaşında tanıştığı Marisa Gutierrez’le evlenen ve bu birliktelikten bir kızı olan Gascón 2009’da Meksika’ya taşındı. 2018’de trans birey olduğunu açıklayan otobiyografisiyle yeni kimliğini kamuoyuyla paylaştı. Bu geçişin karısının ve kızının desteğiyle olduğunu da belirtelim. Bu yıl Cannes’da rol arkadaşlarıyla En İyi Kadın Oyuncu dalında, ödüle layık görülen ilk trans birey olarak festivalin tarihine geçti.Pop müzik yıldızı Selena Gomez filmde Jessi karakterini canlandırıyor.
Bu arada filmdeki 16 özgün şarkı, şarkıcı ve söz yazarı Camille ve besteci Clément Ducol’un ortak imzasını taşıyor. Bu ikiliden Camille daha önce ‘Ratatuy’ (Ratatouille) ve ‘Küçük Prens’ (Le Petit Prince) gibi animasyonların kimi şarkılarına katkıda bulunmuş, Clément Ducol da Leos Carax’ın ‘Annette’inde müzikal direktör olarak çalışmıştı.
Uzun süren bir rahatsızlık sonucu eşini kaybeden Sultan, birden yalnızlık korkusuna kapılır ve yeniden evlenmek istediğini söyler. Bu duruma yörede kahvehane işleten oğlu Nevzat ve babasının vefatı üzerine İstanbul’dan gelen kızı Reyhan tepki gösterir. Çocukları, torunları Sultan’ın bu çıkışına anlam veremezler, üstüne üstlük kararından vazgeçirmek için çabalarlar…
Erdi Işık’ın otobiyografik yanlar da barındıran hikâyesinden çekilen (senaryoda Işık’ın yanı sıra Senem Birlik ve Karden Kasaplar imzaları var) ve yönetmenliğini Nadim Güç’ün üstlendiği ‘Mukadderat’, 60’larında hayat arkadaşı sahneyi terk ettikten sonra yeni bir yarene olan ihtiyacını açıkça dillendiren bir kadın karakter etrafında biçimleniyor. Son Antalya Film Festivali’nde En İyi Film kategorisinde Altın Portakal’a uzanan yapım Sultan’ın yalnızlıktan kurtulma isteğinden giderek kendi başına ayakta durma çabasını ve son derece güçlü bir rol modeline dönüşme sürecini de perdeye taşıyor.
Sorununa çözüm olarak ilk elde ‘eski defter’leri karıştıran her anlamdaki ‘ana’ karakterimiz gençlik yıllarında eşinden önce kendisine olan ilgisini açıklayan ve artık kendisi gibi dul olan mahallenin bakkalına giderek ‘evlenme teklifi’nde bulunuyor. Bu teklif karşısında afallayan adamcağızın meseleyi kamuoyuyla paylaşmasıyla yörenin dedikodu merkezi konumundaki Nevzat’ın kahvesinde gündem doğaldır ki Sultan’ın tuhaflıkları (!)
oluyor. Yakın arkadaşı Hanife’nin de devreye girmesiyle olası seçenekler deneniyor, bu arada Sultan pazarcı Muharrem’le atıştıktan sonra işi inada bindirip bahçesinde yetişen mahsullerle pazarda tezgâh açıyor, öte yandan evindeki üst katı pansiyona çevirip yeni gelir kaynakları yaratıyor. Bu arada oğlu Nevzat’la kızı Reyhan da babalarının kendilerine bıraktığı ama eşit şekilde paylaştırmadığı bir arazi üzerinden birbirleriyle mücadele ediyorlar…
MUKADDERAT
◊ Yönetmen: Nadim Güç
Eski bir model olan annesi tarafından büyütülen 15 yaşındaki Maria, günün birinde aktör babası Daniel Gélin’le tanışmak için onun setine gider. Bu çabasını annesi kabul edilmez bulur ve nihayetinde onu evden kovar. Genç kız, babasının da yardımıyla sektöre girer ve küçük rollerde görünür. Derken 19’una geldiğinde dönemin yükselen yönetmeni Bernardo Bertolucci, yeni filmi için ona teklifte bulunur. Rol arkadaşı Marlon Brando olacaktır. Gururla kabul eder. Lakin çekimler sırasında kendisine önceden belirtilmeyen, doğaçlama bir sahnede (ki o sahne filmin önüne geçecektir) yaşadığı travma, sonraki kariyerini ve hayatını etkiler, sığındığı liman ne yazık ki ‘eroin bağımlılığı’ olur…
MARIA OLMAK
◊ Yönetmen: Jessica Palud
◊ Oyuncular: Anamaria Vartolomei, Matt Dillon, Giuseppe Maggio, Céleste Brunnquell, Yvan Attal, Marie Gillain, Jonathan Couzinié, Mélissa Barbaud
Fransa yapımı
1972 yılında vizyona giren ‘Paris’te Son Tango’ (Ultimo tango a Parigi) kimi sahneleri itibariyle sansasyonel bir kimlik kazanmıştı. ‘Konformist’ (Il corformista, 1970) ve ‘Örümceğin Stratejisi’ (Strategia del ragno, 1970) gibi yapıtlarıyla tanınan İtalyan yönetmen Bernardo Bertolucci’nin imzasını taşıyan bu çalışma ülkesinde uzun süre yasaklanmış, gösterildiği ülkelerde tepkilerle karşılaşmış
Büyük usta Ridley Scott filmografisindeki en parlak noktalardan biri olan ‘Gladyatör’ün (2000) izlerini sürüyor ve ‘Gladyatör II’ (Gladiator II) adlı devam adımında ilkindekine benzer bir rotayı tekrarlıyor. Önce öykü diyelim...
Maximus’un ölümünden 16 yıl sonrasındayız. Roma’da ikiz imparatorlar Geta ve Caracalla iktidardadır ve General Marcus Acacius, fetih amacıyla Afrika ülkesi Numidya’yı kuşatır. Maximus’un oğlu Lucius Verus ise bambaşka bir kimlikle bu topraklarda büyümüş, evlenmiş ve iyi bir asker olmuştur. Saldırı sırasında eşi Arishat’ı kaybeder, esir düşer ve köle olarak Roma’ya götürülür. Burada karşısına çıkan tacir Macrinus’un sunduğu seçeneği değerlendirmeye çalışır: Gladyatör olarak Kolezyum’da kendisini gösterecek ve günü geldiğinde Acacius’u öldürerek eşinin intikamını alacaktır.
Görüldüğü gibi ikinci hamle ilkinin ana karakteri Maximus’un geçtiği dönemeçler üzerinden bu kez Lucius’a bir yol haritası çiziyor. Ridley Scott’ın daha önce de birlikte çalıştığı David Scarpa’nın kaleme aldığı senaryo ön planda bir başkaldırı ve isyan hikâyesi anlatırken arkadaysa ana resmi tamamlayan iktidar, güç ilişkileri ve toplumsal dinamikleri perdeye taşıyor. Roma artık çürümüşlüğün bir ifadesine dönüşmüştür. Ana karakter Lucius’u hareket geçiren en önemli itici güç intikam hissi ve öfkesidir. Nefret duyduğu Roma’ya gider ve karşısında tıpkı babasının mücadele ettiği kötülerin ve değerlerin bütününü bulur. ‘Gladyatör’de sorunun kaynağı Commodus’tu, buradaki kötülüğün adresi olarak ortak imparatorlar Geta ve Caracalla’yı görüyoruz. Bu denkleme sonradan kölelikten tacirliğe geçmiş olan yani sınıf atlayan Macrinus da katılıyor. Öte yandan ilk filmden bu hikâyeye taşınan iki karakterden biri olan Lucius’un annesi Lucilla (diğer karakter de senatör Gracchus), eşi General Acacius’un yönetimindeki 5 bin askerle darbe yaparak yönetimi ele geçirme planlarına yönelmiş durumda. Yıllar sonra ortaya çıkan oğlu ve onun kocasını öldürme gayesi öykünün bize sunduğu açmazlardan.Denzel Washington kötülükle dolu bir karakteri, Makyavelist Macrinus’u canlandırıyor.
‘Gladyatör II’yi tüm Ridley Scott yapıtları gibi iki temel noktadan ele almak gerekiyor; anlattıkları ve görsel üslup. İlki gibi Antik Roma’da biçimlenen öykü toplumsal çürümeye, kitlelerin uyutulması adına o dönemin gösteri sporu olan Kolezyum’daki gladyatör dövüşlerinin öne çıkarılmasına, iktidarın gününü gün ederken halktan kopukluğuna ve kendi ihtirasları adına çoğu gencecik askerlerin fetih uğruna cepheye sürülmelerine ve burada manasızca ölmelerine vurgu yapıyor (aslında bu yanıyla ‘Gladyatör II’, Coppola’nın ‘Megalopolis’iyle benzer sularda yüzüyor).
Hayal gücünü zorluyor
Görsel yapıya gelince; Scott çoğu kez zamanını aşan öncü bir vizyoner olmuştur, ilk filmi ‘Düellocular’dan (The Duellists/1977) bu yana her yeni projesinde yakın dövüş sahnelerindeki hâkimiyetini, savaş sahnelerindeki üstün maharetini, atmosfer yaratmadaki ustalığını gösterir. ‘Gladyatör II’de girişteki savaş sahnesinden başlamak üzere Kolezyum’daki dövüş sekanslarında Scott’ın kendine özgü tarzının yansımalarını görmek mümkün. Ayrıca vahşi babunlarla, gergedanla, köpekbalıklarıyla hayal gücünü zorlayan kısımlar da cabası.
İşin anlatılanlar cephesine gelince; ‘Gladyatör II’ Roma’yı dönemin ‘süper gücü’ olarak ele alıyor ve kuşkusuz günümüze göndermeler yapıyor (bunu bizatihi Ridley Scott dillendirmiş) ama siyasi manzarayı, iktidarı, senatoyu, konsülleri de karikatür düzeyinde bir görüntüyle veriyor. Bu elbette filmi derin sulara taşıyamıyor ama öte yandan Scott ve senaristinin haklı oldukları bir nokta var; başta Trump olmak üzere günümüzün tüm modern tiranları aynı filmde olduğu gibi son derece karikatürize kişilikler.
Bu arada öykü Lucius’u başlarda bir intikam olgusu üzerinden sahaya sürerken bir noktadan sonra ana karakteri büyükbabasının ‘Roma Cumhuriyeti’ fikrini hatırlatıyor ve ahaliye şu soruyu soruyor: “Bu hayali birlikte inşa etmeye cesaret edebilir miyiz?” Film bu gibi yanlarında seyirciye arınma hissi ve geçmişteki örneklerde olduğu gibi (mesela ‘Spartacus’) dayanışma, devrim ruhu aşılamaya çalışıyor ama bunu son derece naifçe yapıyor.
Son derece ileri bir teknoloji harikası olarak tasarlanan ve satın alan kişinin her türlü ihtiyacını karşılamaya programlanmış robot Rozzum Unite 7314 ya da kısa adıyla Roz, Pasifik’tekilere benzer coğrafyaya sahip bir adaya düşer. Burada insanlar yoktur ve o da çevredeki canlılarla, yani hayvanlarla kendince iletişim kurmaya, onların dertlerine derman olmaya, hayatlarını kolaylaştırmaya çabalar. Ama bu zorlu bir görevdir ve acaba üstesinden gelebilecek midir?
‘Lilo&Stitch’ (2002), ‘Ejderhanı Nasıl Eğitirsin?’ (How to Train Your Dragon, 2010) ve ‘Crood’lar’ (The Croods, 2013) gibi animasyonların yönetmeni Chris Sanders’ın imzasını taşıyan ‘Vahşi Robot’ (The Wild Robot) özetle böyle bir hikâyeye sahip. Film, Peter Brown’ın 2016’da yayımlanan ve sonradan üçlemeye dönüşen çok satan romanından sinemaya taşınmış. Öykü iki ayağa sahip: Elbette odakta vahşi doğadaki dengeleri çözmeye çalışan ve ekolojik sistem içinde kendisine yer açmak isteyen bir robot var. Ama öte yandan Roz bir kaza sonucu ailesinin yok olmasına sebep olduğu kaz yavrusunu da büyütmek, ona habitatın içinde gerçek kimliğini ve yetilerini kazandırmak durumunda.
Bu yanıyla film aynı zamanda Brightbill adı verilen bu miniğin büyüme ve kendini ispatlama hikâyesi…
Bilindiği gibi modern zaman animasyonları biraz da yaşı büyük seyircinin gönlünü kazandıkları ölçüde ön plana çıkıyor. Bu, klişe deyişiyle ‘Her yaştan çocuğu kavramak’ anlamına geliyor. Doğrusunu söylemek gerekirse kendi adıma ‘Vahşi Robot’ çok uzun süredir seyrettiğim en iyi animasyon diyebilirim. Hatta epeydir favorilerim arasında olan ‘WALL-E’ düzeyinde bir çalışma bu. Kim bilir, ikisinin de kahramanının bir robot olmasının bunda payı vardır.
Bu yeni animasyon harikasında Chris Sanders’ın kaleme aldığı senaryo sevgi, şefkat, yardıma ihtiyacı olana kol kanat germe, dayanışma, aile olma çabası, cesaret, öteki olma hali gibi en temel meselelerin üstesinden geliyor. Bunları seyircisine didaktik olmayan bir anlatımla aktarmayı da başarıyor.
Roz önce sahayı tanımaya, sonra yörenin ‘ileri gelenleri’nin kendi içindeki ilişkiler ağını çözmeye çabalıyor. Robotun adadaki düzene adaptasyonunu bir anlamda çatlayan bir yumurtadan çıkan sevimli, şaşkın bir kaz yavrusu sağlıyor. Önce yumurtayı çalmaya niyetli olan tilki Fink, Roz’un safına geçiyor. Kendi yavrularını büyütmekle meşgul keseli sıçan Pinktail, robota yeni doğan kazın onu annesi sandığını ve bu yüzden gelişimi konusunda her şeyi üstlenmesi gerektiğini empoze ediyor. Hal böyle olunca Roz minik Brightbill’in eğitimini ve doğaya uyumunu bir an önce sağlamak için uğraş veriyor. Uçma dersleri için Thunderbolt adlı şahinden yardım istiyor. Nihayetinde büyük göç için kazların lideri Longneck devreye giriyor ve Brightbill’in cesaret dolu serüveni başlıyor.
DreamWorks Animation’ın 49’uncu animasyon çalışması olan ‘Vahşi Robot’, saydığım karakterlerin yanı sıra Thorn adlı boz ayı ve Paddler isimli kunduz gibi öne çıkan karakterlerden oluşturulan dünyada ideal bir ortamın tasvirine soyunuyor. Besin zinciri içinde birbirine düşman olan hayvanlar arasında barışın, huzurun portresini ortaya çıkarıyor. Filmin gönülçelen mesajlarından biri de buydu bence.
Son kitabında ölüm korkusuyla yüzleşmeye çalışan Ingrid, imza gününde çok eski bir arkadaşının kanser olduğunu öğrenir. Geçmişte New York’ta bir dergide birlikte çalıştığı Martha daha sonra savaş muhabiri olmuş ve ayrı düşmüşlerdir. Soluğu Manhattan’daki hastanede alır. Rahim ağzı kanseri tedavisi gören Martha umutludur. Lakin kısa bir süre sonra sonuçların iç açıcı olmadığını görür. Bu durumda bir sırrını Ingrid’le paylaşır: Gizlice satın aldığı ötanazi hapıyla hayatına son verecektir ve bu eylemi gerçekleştirme sürecinde kendisine eşlik etmesini ister. Martha başta kararsızdır ama sonrasında bu zor dönemeçte eski dostuna yardımcı olmaya karar verir.Doğrusu böylesi bir film karşısında sağlam durmak zor çünkü ‘Yandaki Oda’nın bazı anları var ki sizi darmadağın ediyor.
Pedro Almodóvar’ın Sigrid Nunez’in 2020 tarihli romanı ‘What Are You Going Through’dan uyarladığı ‘Yandaki Oda’ (The Room Nex Door) böylesi bir konuya sahip. Usta sinemacı bilindiği gibi bugüne kadar hüzünlü, melodramı modern hayatın çizgileri içinde yeniden üreten, güçlü kadın karakterlere sahip öyküler anlatıp durdu. Bu yıl Venedik Film Festivali’nde ‘Altın Aslan’a uzanan bu son çalışmasıysa İngilizce çektiği ilk film olarak da tarihe geçti. ‘Yandaki Oda’nın ana karakterlerinden Martha gücünü yakalandığı hastalığa karşı göstermek istiyor ve ötanazi kararıyla cesur bir davranışa soyunduğunu düşünüyor. Ingrid ise çok yakından tanıdığı eski arkadaşının süreç içinde bir sırrına
(kendisine iyi bir annelik yapmadığını düşündüğü bir kızı vardır) vâkıf olurken gerçek bir vefa gösterisine de soyunuyor.
İkilinin son günler için seçtiği yer ormanlık arazi içinde huzur dolu bir evdir. Mimarisi, çevre dokusu, kuş sesleri, ağaçlar derken burası insana, kendisini ve doğayı dinleme fırsatı yaratır. Bu özel yerde Ingrid ve Martha eski günler, eski aşklar, hayat, anılar, dostluklar, kitaplar ve filmler üzerine muhabbet eder; duygularını, özlemlerini yaşadıkları güzellikleri tartarlar.
Bütün bu aşamalarda Almodóvar kendine özgü ustalığı ve geri dönüşlerle süslediği şiirsel anlatımıyla yer yer mizah yapar ama asıl olarak hüzünlü bir öykü daha anlatır. Doğrusu böylesi bir film karşısında sağlam durmak zor çünkü ‘Yandaki Oda’nın bazı anları var ki sizi darmadağın ediyor, gözyaşlarımızı sık sık teslim alıyor.
İspanyol ustanın bu son çalışması aslında gezindiği dertler itibariyle Woody Allen filmlerini andırıyor ama daha ciddi duruşa sahip olanı sanki. Özellikle hem Martha’nın hem Ingrid’in eski sevgilisi olan yazar Damian, çizdiği profille klasik bir Woody Allen karakteri gibi. Öte yandan Almodóvar, Sigrid Nunez’in romanından ‘kendisine ait bir oda’ inşa etmeyi başarırken kimi diyalogları itibariyle de dünyanın gidişatına dair saptamalarını öyküye serpiştiriyor. Öyle ki
iklim değişikliği, neoliberalizm ve yükselen aşırı sağ gibi meseleler bir hatırlatma notuna dönüşüyor. Ayrıca Ingrid’in gençlik aşkı ve kızı Michelle’in babası Fred vasıtasıyla Almodóvar Vietnam Savaşı’nın yorumuna soyunurken bu acı sayfa dolayısıyla Amerika’daki ruhu, dimağı ve vicdanı örselenmiş bir kuşağın resmini günümüze taşıyor.
Yılın en iyilerinden
BİR CUMHURİYET ŞARKISI
◊ Yönetmen:
Yağız Alp Akaydın
◊ Oyuncular:
Salih Bademci, Ertan Saban, Ahmet Rıfat Şungar,
Birce Akalay, Melis Sezen, Şifanur Gül, Okan Yalabık, Mehmet Özgür, Burak Bilgili, Emre Karayel, Bensu Soral
Türkiye yapımı
DİKKAT ÇEKEN TARZ