Büyük usta Ridley Scott filmografisindeki en parlak noktalardan biri olan ‘Gladyatör’ün (2000) izlerini sürüyor ve ‘Gladyatör II’ (Gladiator II) adlı devam adımında ilkindekine benzer bir rotayı tekrarlıyor. Önce öykü diyelim...
Maximus’un ölümünden 16 yıl sonrasındayız. Roma’da ikiz imparatorlar Geta ve Caracalla iktidardadır ve General Marcus Acacius, fetih amacıyla Afrika ülkesi Numidya’yı kuşatır. Maximus’un oğlu Lucius Verus ise bambaşka bir kimlikle bu topraklarda büyümüş, evlenmiş ve iyi bir asker olmuştur. Saldırı sırasında eşi Arishat’ı kaybeder, esir düşer ve köle olarak Roma’ya götürülür. Burada karşısına çıkan tacir Macrinus’un sunduğu seçeneği değerlendirmeye çalışır: Gladyatör olarak Kolezyum’da kendisini gösterecek ve günü geldiğinde Acacius’u öldürerek eşinin intikamını alacaktır.
Görüldüğü gibi ikinci hamle ilkinin ana karakteri Maximus’un geçtiği dönemeçler üzerinden bu kez Lucius’a bir yol haritası çiziyor. Ridley Scott’ın daha önce de birlikte çalıştığı David Scarpa’nın kaleme aldığı senaryo ön planda bir başkaldırı ve isyan hikâyesi anlatırken arkadaysa ana resmi tamamlayan iktidar, güç ilişkileri ve toplumsal dinamikleri perdeye taşıyor. Roma artık çürümüşlüğün bir ifadesine dönüşmüştür. Ana karakter Lucius’u hareket geçiren en önemli itici güç intikam hissi ve öfkesidir. Nefret duyduğu Roma’ya gider ve karşısında tıpkı babasının mücadele ettiği kötülerin ve değerlerin bütününü bulur. ‘Gladyatör’de sorunun kaynağı Commodus’tu, buradaki kötülüğün adresi olarak ortak imparatorlar Geta ve Caracalla’yı görüyoruz. Bu denkleme sonradan kölelikten tacirliğe geçmiş olan yani sınıf atlayan Macrinus da katılıyor. Öte yandan ilk filmden bu hikâyeye taşınan iki karakterden biri olan Lucius’un annesi Lucilla (diğer karakter de senatör Gracchus), eşi General Acacius’un yönetimindeki 5 bin askerle darbe yaparak yönetimi ele geçirme planlarına yönelmiş durumda. Yıllar sonra ortaya çıkan oğlu ve onun kocasını öldürme gayesi öykünün bize sunduğu açmazlardan.Denzel Washington kötülükle dolu bir karakteri, Makyavelist Macrinus’u canlandırıyor.
‘Gladyatör II’yi tüm Ridley Scott yapıtları gibi iki temel noktadan ele almak gerekiyor; anlattıkları ve görsel üslup. İlki gibi Antik Roma’da biçimlenen öykü toplumsal çürümeye, kitlelerin uyutulması adına o dönemin gösteri sporu olan Kolezyum’daki gladyatör dövüşlerinin öne çıkarılmasına, iktidarın gününü gün ederken halktan kopukluğuna ve kendi ihtirasları adına çoğu gencecik askerlerin fetih uğruna cepheye sürülmelerine ve burada manasızca ölmelerine vurgu yapıyor (aslında bu yanıyla ‘Gladyatör II’, Coppola’nın ‘Megalopolis’iyle benzer sularda yüzüyor).
Hayal gücünü zorluyor
Görsel yapıya gelince; Scott çoğu kez zamanını aşan öncü bir vizyoner olmuştur, ilk filmi ‘Düellocular’dan (The Duellists/1977) bu yana her yeni projesinde yakın dövüş sahnelerindeki hâkimiyetini, savaş sahnelerindeki üstün maharetini, atmosfer yaratmadaki ustalığını gösterir. ‘Gladyatör II’de girişteki savaş sahnesinden başlamak üzere Kolezyum’daki dövüş sekanslarında Scott’ın kendine özgü tarzının yansımalarını görmek mümkün. Ayrıca vahşi babunlarla, gergedanla, köpekbalıklarıyla hayal gücünü zorlayan kısımlar da cabası.
İşin anlatılanlar cephesine gelince; ‘Gladyatör II’ Roma’yı dönemin ‘süper gücü’ olarak ele alıyor ve kuşkusuz günümüze göndermeler yapıyor (bunu bizatihi Ridley Scott dillendirmiş) ama siyasi manzarayı, iktidarı, senatoyu, konsülleri de karikatür düzeyinde bir görüntüyle veriyor. Bu elbette filmi derin sulara taşıyamıyor ama öte yandan Scott ve senaristinin haklı oldukları bir nokta var; başta Trump olmak üzere günümüzün tüm modern tiranları aynı filmde olduğu gibi son derece karikatürize kişilikler.
Bu arada öykü Lucius’u başlarda bir intikam olgusu üzerinden sahaya sürerken bir noktadan sonra ana karakteri büyükbabasının ‘Roma Cumhuriyeti’ fikrini hatırlatıyor ve ahaliye şu soruyu soruyor: “Bu hayali birlikte inşa etmeye cesaret edebilir miyiz?” Film bu gibi yanlarında seyirciye arınma hissi ve geçmişteki örneklerde olduğu gibi (mesela ‘Spartacus’) dayanışma, devrim ruhu aşılamaya çalışıyor ama bunu son derece naifçe yapıyor.
Son derece ileri bir teknoloji harikası olarak tasarlanan ve satın alan kişinin her türlü ihtiyacını karşılamaya programlanmış robot Rozzum Unite 7314 ya da kısa adıyla Roz, Pasifik’tekilere benzer coğrafyaya sahip bir adaya düşer. Burada insanlar yoktur ve o da çevredeki canlılarla, yani hayvanlarla kendince iletişim kurmaya, onların dertlerine derman olmaya, hayatlarını kolaylaştırmaya çabalar. Ama bu zorlu bir görevdir ve acaba üstesinden gelebilecek midir?
‘Lilo&Stitch’ (2002), ‘Ejderhanı Nasıl Eğitirsin?’ (How to Train Your Dragon, 2010) ve ‘Crood’lar’ (The Croods, 2013) gibi animasyonların yönetmeni Chris Sanders’ın imzasını taşıyan ‘Vahşi Robot’ (The Wild Robot) özetle böyle bir hikâyeye sahip. Film, Peter Brown’ın 2016’da yayımlanan ve sonradan üçlemeye dönüşen çok satan romanından sinemaya taşınmış. Öykü iki ayağa sahip: Elbette odakta vahşi doğadaki dengeleri çözmeye çalışan ve ekolojik sistem içinde kendisine yer açmak isteyen bir robot var. Ama öte yandan Roz bir kaza sonucu ailesinin yok olmasına sebep olduğu kaz yavrusunu da büyütmek, ona habitatın içinde gerçek kimliğini ve yetilerini kazandırmak durumunda.
Bu yanıyla film aynı zamanda Brightbill adı verilen bu miniğin büyüme ve kendini ispatlama hikâyesi…
Bilindiği gibi modern zaman animasyonları biraz da yaşı büyük seyircinin gönlünü kazandıkları ölçüde ön plana çıkıyor. Bu, klişe deyişiyle ‘Her yaştan çocuğu kavramak’ anlamına geliyor. Doğrusunu söylemek gerekirse kendi adıma ‘Vahşi Robot’ çok uzun süredir seyrettiğim en iyi animasyon diyebilirim. Hatta epeydir favorilerim arasında olan ‘WALL-E’ düzeyinde bir çalışma bu. Kim bilir, ikisinin de kahramanının bir robot olmasının bunda payı vardır.
Bu yeni animasyon harikasında Chris Sanders’ın kaleme aldığı senaryo sevgi, şefkat, yardıma ihtiyacı olana kol kanat germe, dayanışma, aile olma çabası, cesaret, öteki olma hali gibi en temel meselelerin üstesinden geliyor. Bunları seyircisine didaktik olmayan bir anlatımla aktarmayı da başarıyor.
Roz önce sahayı tanımaya, sonra yörenin ‘ileri gelenleri’nin kendi içindeki ilişkiler ağını çözmeye çabalıyor. Robotun adadaki düzene adaptasyonunu bir anlamda çatlayan bir yumurtadan çıkan sevimli, şaşkın bir kaz yavrusu sağlıyor. Önce yumurtayı çalmaya niyetli olan tilki Fink, Roz’un safına geçiyor. Kendi yavrularını büyütmekle meşgul keseli sıçan Pinktail, robota yeni doğan kazın onu annesi sandığını ve bu yüzden gelişimi konusunda her şeyi üstlenmesi gerektiğini empoze ediyor. Hal böyle olunca Roz minik Brightbill’in eğitimini ve doğaya uyumunu bir an önce sağlamak için uğraş veriyor. Uçma dersleri için Thunderbolt adlı şahinden yardım istiyor. Nihayetinde büyük göç için kazların lideri Longneck devreye giriyor ve Brightbill’in cesaret dolu serüveni başlıyor.
DreamWorks Animation’ın 49’uncu animasyon çalışması olan ‘Vahşi Robot’, saydığım karakterlerin yanı sıra Thorn adlı boz ayı ve Paddler isimli kunduz gibi öne çıkan karakterlerden oluşturulan dünyada ideal bir ortamın tasvirine soyunuyor. Besin zinciri içinde birbirine düşman olan hayvanlar arasında barışın, huzurun portresini ortaya çıkarıyor. Filmin gönülçelen mesajlarından biri de buydu bence.
Son kitabında ölüm korkusuyla yüzleşmeye çalışan Ingrid, imza gününde çok eski bir arkadaşının kanser olduğunu öğrenir. Geçmişte New York’ta bir dergide birlikte çalıştığı Martha daha sonra savaş muhabiri olmuş ve ayrı düşmüşlerdir. Soluğu Manhattan’daki hastanede alır. Rahim ağzı kanseri tedavisi gören Martha umutludur. Lakin kısa bir süre sonra sonuçların iç açıcı olmadığını görür. Bu durumda bir sırrını Ingrid’le paylaşır: Gizlice satın aldığı ötanazi hapıyla hayatına son verecektir ve bu eylemi gerçekleştirme sürecinde kendisine eşlik etmesini ister. Martha başta kararsızdır ama sonrasında bu zor dönemeçte eski dostuna yardımcı olmaya karar verir.Doğrusu böylesi bir film karşısında sağlam durmak zor çünkü ‘Yandaki Oda’nın bazı anları var ki sizi darmadağın ediyor.
Pedro Almodóvar’ın Sigrid Nunez’in 2020 tarihli romanı ‘What Are You Going Through’dan uyarladığı ‘Yandaki Oda’ (The Room Nex Door) böylesi bir konuya sahip. Usta sinemacı bilindiği gibi bugüne kadar hüzünlü, melodramı modern hayatın çizgileri içinde yeniden üreten, güçlü kadın karakterlere sahip öyküler anlatıp durdu. Bu yıl Venedik Film Festivali’nde ‘Altın Aslan’a uzanan bu son çalışmasıysa İngilizce çektiği ilk film olarak da tarihe geçti. ‘Yandaki Oda’nın ana karakterlerinden Martha gücünü yakalandığı hastalığa karşı göstermek istiyor ve ötanazi kararıyla cesur bir davranışa soyunduğunu düşünüyor. Ingrid ise çok yakından tanıdığı eski arkadaşının süreç içinde bir sırrına
(kendisine iyi bir annelik yapmadığını düşündüğü bir kızı vardır) vâkıf olurken gerçek bir vefa gösterisine de soyunuyor.
İkilinin son günler için seçtiği yer ormanlık arazi içinde huzur dolu bir evdir. Mimarisi, çevre dokusu, kuş sesleri, ağaçlar derken burası insana, kendisini ve doğayı dinleme fırsatı yaratır. Bu özel yerde Ingrid ve Martha eski günler, eski aşklar, hayat, anılar, dostluklar, kitaplar ve filmler üzerine muhabbet eder; duygularını, özlemlerini yaşadıkları güzellikleri tartarlar.
Bütün bu aşamalarda Almodóvar kendine özgü ustalığı ve geri dönüşlerle süslediği şiirsel anlatımıyla yer yer mizah yapar ama asıl olarak hüzünlü bir öykü daha anlatır. Doğrusu böylesi bir film karşısında sağlam durmak zor çünkü ‘Yandaki Oda’nın bazı anları var ki sizi darmadağın ediyor, gözyaşlarımızı sık sık teslim alıyor.
İspanyol ustanın bu son çalışması aslında gezindiği dertler itibariyle Woody Allen filmlerini andırıyor ama daha ciddi duruşa sahip olanı sanki. Özellikle hem Martha’nın hem Ingrid’in eski sevgilisi olan yazar Damian, çizdiği profille klasik bir Woody Allen karakteri gibi. Öte yandan Almodóvar, Sigrid Nunez’in romanından ‘kendisine ait bir oda’ inşa etmeyi başarırken kimi diyalogları itibariyle de dünyanın gidişatına dair saptamalarını öyküye serpiştiriyor. Öyle ki
iklim değişikliği, neoliberalizm ve yükselen aşırı sağ gibi meseleler bir hatırlatma notuna dönüşüyor. Ayrıca Ingrid’in gençlik aşkı ve kızı Michelle’in babası Fred vasıtasıyla Almodóvar Vietnam Savaşı’nın yorumuna soyunurken bu acı sayfa dolayısıyla Amerika’daki ruhu, dimağı ve vicdanı örselenmiş bir kuşağın resmini günümüze taşıyor.
Yılın en iyilerinden
BİR CUMHURİYET ŞARKISI
◊ Yönetmen:
Yağız Alp Akaydın
◊ Oyuncular:
Salih Bademci, Ertan Saban, Ahmet Rıfat Şungar,
Birce Akalay, Melis Sezen, Şifanur Gül, Okan Yalabık, Mehmet Özgür, Burak Bilgili, Emre Karayel, Bensu Soral
Türkiye yapımı
DİKKAT ÇEKEN TARZ
Türkiye’nin her tarafına yayılmış bir ‘terör’ gerçeğinin hemen herkesin kapısına dayandığı, öğrencisinden biliminsanına, siyasetçisinden gazetecisine birçok değerin bu yolda hayatını yitirdiği o karanlık dönemde gerçekleştirilen vahşet dolu sayfalardan biriydi ‘Bahçelievler katliamı’. 8 Ekim 1978’de yedi Türkiye İşçi Partili genç, Ankara-Bahçelievler semtindeki evleri basılarak acımasız bir şekilde öldürüldü. Eylemi gerçekleştirenler ölüm cezasına mahkûm edildi. Fakat ölüm cezasının kaldırılması dolayısıyla ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezası aldılar. Faillerden bir kısmı yakalandı, biri yurtdışında olduğu için adalet önüne çıkamadı. Kimi süreç içinde hayatını kaybetti, bazıları da belli sürelerde hapis yattı, sonrasında ilan edilen af yasalarına paralel olarak tahliye edildi. Olan hayatlarına kıyılan o gencecik insanlara oldu ve geride kalan yakınları, sevenleri, dava arkadaşları acılarıyla yaşamlarını sürdürmek durumunda kaldılar.
‘Tuzdan Kaide’, ‘Aidiyet’, ‘Unutma Biçimleri’ gibi yapıtlarıyla tanıdığımız genç kuşak yönetmenlerden Burak Çevik son çalışması ‘Hiçbir Şey Yerinde Değil’le bu tarihsel acıyı kurgusal bir yapımla perdeye taşımış. Film 1978 yılının Türkiye’sinde hem çıkardıkları derginin yeni sayısı için editöryal bir toplantı yapmak hem de içlerinden birinin doğum gününü kutlamak amacıyla buluşan beş solcu gencin kendi aralarındaki ideolojik tartışmalarıyla açılıyor. Topluluğun konuşmaları, sağın silahla mücadelesini sürdürdüğü bir düzlemde sadece yazılı ve sözlü siyaset yaparak karşı koyma üzerine bir minvalde ilerliyor. Derken içlerinden biri bakkala gittikten sonra kapı çalıyor ve içeri giren iki ülkücü, evdekileri esir alarak önce sözel bir hesaplaşmaya girişiyor. Sonra biri dışarıdaki ‘Reis’ lakaplı şeflerinden icazet almaya gidiyor ve dönüşte de
dört genç öldürülüyor.
Konusu kısaca böyle özetlenebilecek ‘Hiçbir Şey Yerinde Değil’i Türkiye’deki ilk gösteriminin yapıldığı Adana Altın Koza Film Festivali’nde izledim. Gösterim sonrası yapılan söyleşide yönetmen Burak Çevik genel olarak bu filmi çekme motivasyonunun, bir insanın inancı uğruna öldürmesi ve ölmesi meselesi üzerine eğilmek olduğunu belirtti (ki T24’te yayımlanan röportajında da aynı noktanın altını çizmiş). Tek plan formunda, tek bir mekânda çekilen film kimi kamera hamleleriyle anlatıyı ikiye bölüyor. İlk kısmında teorik tartışmalar eşliğinde ülkeyi ve dünyayı kurtarmaya çabalayan solcu gençler arasında geziniyoruz. İkinci bölümdeyse dava arkadaşlarının intikamını alma gerekçesiyle mekân basan ülkücüleri izliyor ve onların iç hesaplaşmalarına dalıyoruz.
‘Hiçbir Şey Yerinde Değil’ politik tarihimizin en kanlı katliamlarından birini alıyor ve yönetmeni, ‘kurgusal’ dokunuşlarla (başta öldürülen öğrenci sayısının yediden dörde indirilmesi gibi) bu acı sayfadan yeni bir okuma inşa etmeye çalışıyor. Böyle bir hakkı var mı? Eğer aynı tarih diliminde gezinen bağımsız bir öykü anlatsa ve filmine kendi söyleşileri kanalıyla ‘Bahçelievler katliamı’ notunu düşürmese etik açıdan daha doğru bir işe imza atmış olurdu diye düşünüyorum. Bunca insanın katledildiği bir vakayı katilin psikolojisini anlamak ya da aktarmak adına kimi oynamalarla perdeye taşımak bana doğru bir hareket noktası gibi gelmiyor. Çünkü film meseleyi sosyolojik ve tarihsel bir perspektife de tam olarak oturtmuyor. Şöyle ki bu katliam tek başına bir eylem değildi. Sinema yazarı arkadaşım Şenay Aydemir’in yazısında da belirttiği gibi Çorum ve Maraş katliamlarını kapsayan, 12 Eylül’e uzanan, sonrasında Sivas katliamlarında da sahaya sürülen, ‘Gladyo yapılanması’ adıyla tanımlanacak büyük bir duvar içindeki kanlı tuğlalardan biriydi bu olay.
KENDİME YAKIN HİSSETMEDİM
Anlatım ikiye ayrılmak suretiyle cinayetleri işleyen kanada da söz hakkı veriyor ve yönetmenin ‘katilin psikolojisi’ne eğilme hedefini yerine getiriyor. Bence işte bu noktalarda da problem başlıyor. Bizim gerçekten onca masumun kanına giren katilleri anlamaya ihtiyacımız var mı? Siyasal tarihimize baktığımızda aynı suçları işleyen onca, ‘insan’ demeye dilim varmayan mahlukatı biz niye anlamaya çalışalım? Bu profiller kendi ideolojileri doğrultusunda karşıt görüşten olanları yok etmek için hareket etti ve çoğu da sonradan ortaya çıktığı gibi ülkeyi germek, insanları birbirine düşürmek için çabalayanların maşası olarak kullanıldı. Cezasızlık hali ve sırtlarının sıvazlanması gibi motivasyonlarla da bütün bu suçlara hakları olduğu kanısıyla hareket ettiler. Bu topraklarda çok uzun süredir hâkim olan ‘öteki’ye, kendinden olmayana nefret ve bu nefretin şiddete dönüşmesi bence çok da derin anlamlar barındırmıyor. Zaten bütün bu saiklerden beslenen refleksler süreç içinde kadına, çocuğa, hayvana şiddeti gündelik hayatımızın bir parçasına dönüştürdü.
Doğumu sırasında annesi vefat ettiği için babasıyla her daim mesafeli bir ilişkisi olan Ferit Kamacı, profesyonel boksör olmak istemiş ama bu hedefini gerçekleştirememiş bir gençtir. Ama bu spora olan tutkusunu zaman zaman sokaklarda, illegal ortamlarda boks yaparak tatmin eder. Öte yandan eşi hamile olan taksici abisine de yardım amacıyla geceleri çalışır. Lakin yeni bir gece kulübünün açılışı dolayısıyla gösteri maçı yapmak için çıktığı ringde profesyonel bir boksörü yenince karışıklık yaşanır. Ferit’in yenilmesi üzerine para yatıran mafya şefi sonuca isyan eder, ortalık kana bulanır. Peşi sıra yakın dönemli bir hesabı kapatmak isteyen kulüp sahibinin hamlesi ailesine büyük bir acı yaşatır. Ferit sevdiği kadınla birlikte hem kendi geleceğini kurtarmak hem de intikam almak durumundadır.
GAİN adlı platformda gösterilen ve çok tutulan bir dizinin (Dengeler: Biri Olmak) sinema versiyonu olan ‘Dengeler’in konusu özetle böyle. Yönetmenliğini Süleyman Mert Özdemir’in üstlendiği yapıma dinamik bir anlatım ve kurgu hâkim. Öykü aynı zaman düzleminde üç ayrı karakterin; Ferit’in, küçük çaplı mafya şefi İlyas’ın ve Ferit’in ‘Alamancı’ akrabası Babür’ün cephesinden anlatılıyor. Nihayetinde bu üçlü aktarım, ana arterde birleşiyor ve parçalar tamamlanıyor.
Film, arka planında sınıfsal olarak toplumsal piramidin alt noktalarında seyrederken hayata dürüstlük ve inanç bağlamında tutunan insanları perdeye taşıyor. Onların karanlık bir dünyanın içine çekilmesine ait bir hikâye anlatıyor. Genel manzara itibariyle İngiliz suç filmlerini andıran ‘Dengeler’, aksiyona itibar eden bir anlayış ve hüzünlü görünen ama ilk elde hemen silaha başvuran, başvurmak zorunda kalan karakterlerle ilerliyor. Bu açıdan izlenmesi yer yer zevkli. Fakat ben öykünün bağlandığı yeri, genel gidişata göre pek mantıklı ve manalı bulmadığımı belirtmeliyim.
DENGELER
◊ Yönetmen:
Acımasız bir dünya içinde kıyıda kalmış, ezilmiş, yıpranmış, yok sayılmış bir tutunamayan. Şiddetin sarıp sarmaladığı bir yapı karşısında nihayet o da sahne alır, elini kana bular ve beş kişinin canına kıyar. ‘Batman evreni’nin en belirgin kötüsü olarak bildiğimiz Joker’ı farklı bir profil eşliğinde sunan 2019 yapımı Todd Phillips imzalı film büyük ilgi görmüş hatta ana karakteri canlandıran Joaquin Phoenix, En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar’a uzanmıştı.
Beş yıl sonra gelen devamı ‘Joker: İkili Delilik’te (Joker: Folie à Deux) öykü Joker ya da gerçek adıyla Arthur Fleck’in akıl hastalarının bulunduğu Arkham Eyalet Hastanesi’nde müşahade altında tutulurken cinayetlere ilişkin yargılamayı bekleme sürecine ve hâkim karşısına çıkma aşamasına odaklanıyor. İlkinde olduğu gibi yönetmen Phillips’le birlikte Scott Silver’ın kaleme aldıkları senaryoda hem bir aşk hikâyesi hem de ilk filmde sunulan profile ilişkin hesaplaşma var. İlk adımda başarısız bir palyaço olan Fleck nihayet kendisini ezen sisteme başkaldırıp bir anlamda eylemlerine destek olanlarla birlikte dünyayı yakıyordu! Ama asıl problemi sonsuz yalnızlığıydı. Bu kez hastanedeki müzik terapi sınıfında daha ilk görüşte ilgisini çeken Lee Quinzel’a karşı derin bir aşk besliyor ve böylece hem yalnızlığına son veriyor hem de dünyayı yakarken yanına son derece sadık bir partner alıyor.
AHLAKEN DOĞRU YERDE
Film ‘Belleville’de Randevu’suyla tanıdığımız Sylvain Chomet imzalı eski usul bir çizgi filmle açılıyor. Burada Joker’e ilişkin ‘çıkan kısmın özeti’ tadında bir bölüm izliyoruz. Sonrasında canlı aksiyona geçildiğinde Jackie Sullivan adlı başgardiyan yönetimindeki grubun Arthur’a her fırsatta mezalim yaptığı hastane ortamına dahil oluyoruz. Öte yandan avukatı Maryanne Stewart ise savunusunu kişilik ölünmesi üzerine kurmaya çalışıyor ve bütün cinayetleri Joker’ın işlediğini, Arthur’un suçsuz oldu-
ğunu kanıtlamayı hedefliyor. Bu denklem için de müvekkilini iknaya çabalıyor. Başsavcı Harvey Dent kanadıysa ortada bir delilik olmadığı kanısında ve verilecek cezanın idam olmasını istiyor. Arthur ise aşkı bulmanın coşkusu içinde yeni bir umut ve yaşam sevinciyle mahkemenin yolunu tutuyor.
‘Joker: İkili Delilik’ başlarda Milos Forman’ın klasiği ‘Guguk Kuşu’nu çağrıştıran hastane ortamından kesitler sunarken sonrasında tanıklar, cinayetlerin hatırlatılması, doktor görüşü vs. yanlarıyla bir mahkeme salonu dramasına dönüşüyor. Kamerasını bu türden hukuki dinamikler üzerine yönelten filmlerin giderek sıkıcılaşma olasılığı yüksektir. Phillips, böylesi bir tehlikenin filmini bütünüyle olmasa da yer yer ‘müzikal’ bir havayla donatarak üstesinden gelmiş sanki. Birçoğu popüler romantik şarkılardan oluşan repertuvar Arthur ve Lee tarafından seslendirilirken hem ikili arasındaki ilişki derinleştirilmiş hem de genel gidişattan koparılarak kostümler eşliğinde çekilen kurgusal sahneler filme özel bir renk, hava ve ruh katmış… Kabare gösterilerini ve geçmişin varyete programlarını andıran şovlar cabası…
İsmi itibariyle Antik Roma’ya selam gönderen ve modern bir silüete sahip, fazlasıyla New York’u andıran bir şehir… Belediye Başkanı Franklyn Cicero’nun yönetimindeki kent çürümenin, yozlaşmanın ifadesine dönüşmüş. Mimar Cesar Catilina, ‘Megalon’ adlı gizemli bir madde keşfetmiştir ve buluşuyla yepyeni bir şehrin inşasına dair bir çabaya soyunur. Cicero, bu hamleye karşı dururken kızı Julia, Cesar’a âşık olmuş ve adeta cephe değiştirmiştir…
‘Megalopolis’ sinemanın yaşayan efsanelerinden Francis Ford Coppola’nın üzerinde yaklaşık 40 yıldır çalıştığı bir projenin nihayetinde sinemada vücut bulmuş hali. 120 milyon dolarlık bir bütçeyle çekilen söz konusu çalışma, distopik bir ortamda geçen ve ütopik bir çabayla birlikte gidişatın değiştirilmesi yönündeki bir ana karakter eşliğinde ilerliyor. Cesar’ın amcası Hamilton Crassus III yörenin en zengini ve yeğeniyle gizli bir ilişki yaşayan ihtiraslı TV sunucusu Wow Platinum’la evlilik hazırlıklarında. Ayrıca sinsi bir karaktere sahip kuzen Clodio Pulcher de bir yandan gözünü iktidara dikmiş belediye başkanını devirmenin hem de yeteneklerini kıskandığı Cesar’ın yolunu kesmenin derdinde.
Coppola, eski Roma’nın ihtişamlı görüntüsüne rağmen nihayetinde yıkılıp tarih sahnesinden silinmesinden yola çıkarken bu sona doğru ilerleyen sürecin (halkını göz önüne almayan yönetici sınıf, onca yoksulluğa rağmen partilerle, şenliklerle gününü gün edenler, sokaklarda giderek kabaran öfke, isyan vs. gibi) dinamikleriyle donattığı öyküsünde referansları geçmişten alınmış modern bir insanlık dramı anlatmaya çalışmış.
Film görsel açıdan son derece ışıltılı lakin anlattıkları çok eski. Hoş bu eskilikte bir sorun yok. Çünkü insanlığın uygarlık yürüyüşünde yeni durakların sayısı ne yazık ki çok az ve aynı sularda debelenip duruyoruz. İktidarı ele geçirenler koltuğa oturduktan bir süre sonra ezen ve ezilen denklemindeki yerlerini alıyor ve öncekilerden pek farklı olmadıklarını gösteriyorlar. Hele ki iktadardaki süreler uzayınca bütün defolar ortaya çıkıyor.
Coppala sinemayla ilgisi olan herkesin mutlaka uğradığı bir büyük noktadır. Mesela ‘Baba’ (The Godfather) üçlemesinin en azından ilkini seyretmemiş olan var mıdır? Daha ileri gidelim; Onun ‘Kıyamet’ (Apocalypse Now), ‘The Conversation’, ‘The Rain People’, ‘Yürekten Biri’ (One from the Heart), ‘Sokaktakiler’ (The Outsiders). ‘Siyam Balığı’ (Rumble Fish), ‘Taş Bahçeler’ (Gardens of Stone), ‘Bram Stoker’s Dracula’ gibi yapıtlarından mahrum bir sinema tarihi ne kadar da eksik görünürdü. Ve fakat ‘Megalopolis’ 40 yıllık bir bekleyişi pek de karşılayabilecek bir yapıt değil. Yukarıda bahsettiğim gibi eski fikirleri yeniden inşa ederek çekilmiş bu ‘kıssadan hisse’, görsel açıdan üst noktalarda gezinirken ne yazık ki metin alabildiğine didaktik ve mesajları da sığ olmuş. The Guardian yazarı ‘üstat’ Peter Brad-
shaw’ın da altını çizdiği gibi ‘Megalopolis’, ‘tutkusu olmayan bir tutku projesi’ çizgisinin ötesine geçememiş.
Cesar’ı Adam Driver’ın, Başkan Cicero’yu Giancarlo Esposito’nun, kızı Julia’yı Nathalie Emmanuel’in, sunucu Wow Platinum’u Aubrey Plaza’nın, Clodio Pulcher’i Shia LaBeouf’un, zengin Crassus’u Jon Voight’un canlandırdığı yapımda Laurence Fishburne, Talia Shire, Dustin Hoffman gibi isimler rol alıyor. Ne var ki bu göz alıcı kadro yönetmenin tercihleri nedeniyle genel anlamda karikatürize performanslar sunmaktan öteye gidemiyor.