Eskilerin “Her şeyde bir hayır vardır” sözünün doğruluğu tescil edildi.
O da güzel.
Resmi kutlamaların yasaklanması üzerine seferber olan gençler, “sivil 19 Mayıs kutlaması” yaptılar. Şahane.
Fakat bütün bu coşkuya ve sivilliğe rağmen...
Katılanların gözlerindeki parıltılara ve kutlamaların samimiyetine rağmen...
Yine de bazı duvarlar aşılamadı.
Memleketi “Türkler, Kürtler ve Müslümanlar” şeklinde bölen saçma siyaset tablosunun dışına çıkılamadı.
Babasının sahada destan yazan takımını destekliyordu.
Onunla derdimiz yoktu, çünkü çocuktu. Henüz kadın değildi. Ali Sami Yen’in maskotlarındandı.
Babasına rakip takımı çalıştırıyor diye kızsak bile ona kötü söz söylemek aklımıza gelmezdi.
Sonra yıllar su gibi aktı, ne Ali Sami Yen kaldı ne de tribündeki o maskot kız.
Genç bir kadın olarak, Türk Telekom Arena’ya gidiyordu bu sefer. Yine babasını desteklemeye.
Fatih Hoca bakiydi çünkü.
Bizimse artık Buse ile derdimiz vardı.
Bu sefer de 2 sene önce ilk dinleyişte “kazanacak” dedirten Lena’nın erkek versiyonunu yollamışlar. Roman Lob hem genç kızların rüyasına girecek kadar jön hem de iyi şarkı söylüyor.
Şarkısı da her milletten gencin seveceği Anglosakson pop-rock makamında. Biraz 2000’lerden kalma ama olsun. İlk Coldplay şarkıları gibi. Sonuçta üstünde Eurovision standartlarının.
Dinleyince kendinizi “Almanya kazanacak” diyen Enver Paşa gibi hissediyorsunuz.
Bizler ezelden beri Enver ve arkadaşlarına Birinci Cihan Harbi’ne Almanya’nın yanında girdiler diye kızarız. Ama bir gerçeği unuturuz nedense.
Almanya ilk tercihi değildir İttihatçıların. Önce İngiltere ve Fransa’ya yanaşır ama yüz bulamazlar.
Sonunda kalırlar sömürgesi ve sömürgeden devşirecek ucuz askeri olmayan Almanya’ya.
Nasılsa çökecek olan Osmanlı’ya böylece son bir aksiyon yaşatmak isterler. “Almanya kazanırsa belki biz de kazanmış sayılırız” derler.
Atatürk’ün hediyesi bayramlarını gönüllerine göre kutlamak için düğmeye basmışlar.
17 Mayıs’ta, İstanbul’da Uluslararası Gençlik Buluşması başlıyor. Türkiye Gençlik Birliği’nin ev sahipliğinde.
Şaka değil, 6 kıtadan, 50’yi aşkın ülkeden, 100’e yakın gençlik kuruluşu...
“Viva 19 Mayıs!” diyorlar. Ne yaptıklarının farkındalar.
“Ortadoğu’ya açılan kapı olan Türkiye’de, uygarlıkların beşiği İstanbul’da bir araya gelmemizin özel anlamı var” diyorlar.
“Dünyanın gözünü Ortadoğu’ya çevirdiği bir dönemde, dünya gençliğinin sesi de İstanbul’dan yükselecek” diyorlar.
“Milletlerin ve gençliğin uluslararası dayanışmasını ileriye taşımak görevimiz” diyorlar.
Zaten dün dediğimiz, anne eli değmiş bir zaman dilimi. Bizi yalnız bırakmayan.
Ergenlikte hep şikâyet ederiz: “Of ya anne, beş dakika yalnız kalamayacak mıyım!”
Zamanla anlarız ki, anne yaşadığı sürece beş saniye bile yalnızlık ne mümkün.
İstersek ayrı eve çıkalım. Başka şehre gidelim. Hatta küsüp konuşmayalım...
Bunların hepsi nafile. Annesi hayatta olan gerçek yalnızlığı bilmez. Evren yasalarına aykırıdır.
Annesiyle küs bir arkadaşım vardı. “Konuşmasak da onun yaşadığını düşününce yalnızlığı daha az hissediyorum” derdi.
Annesi öldüğü zaman ürperdiğini hatırlıyorum. Yalnızlığı hissetmişti çünkü.
Ayak bileklerine hafif elektrik şoku verilmiş. Deneyden hemen önce ve deney sırasındaki beyin görüntüleri elde edilerek.
Deneyin ikinci aşamasında, kadınların eşleri yanlarında durup ellerini tutarken vermişler elektriği.
Aynı güçteki elektrik akımı verilmesine rağmen, bu sefer şok kadınların beyninde çok daha düşük düzeyde tepki yaratmış.
Deneyi bir de evliliğinde sorun yaşayan kadınlarla yapmışlar. Eşlerinin ellerini tutmasının herhangi bir koruyucu etkisi olmamış.
Sağlıklı bir ilişki ve seven bir eşin dokunması, tansiyonun düşmesini, kaygının azalmasını sağlarken, strese karşı da koruyucu etki yaratıyormuş.
Bu bilgiler, Bilim ve Teknik dergisinin mayıs sayısındaki Bahri Karaçay imzalı yazıdan. Yazının başlığı: “Âşık Beyin.”
Biz âşık olduğumuzda beynimizin ne hale geldiği üzerine, uzun ve ilginç bir yazı.
Meğer ne çok özlemişiz birinin çıkıp sinema hakkında geyik-dışı laflar etmesini.
Ama o kadar tartışmaya rağmen meselenin özüne temas etmemeyi de başarıyoruz.
Röportajın özü, “İran sinemasının kimlik oluşturduğu ve bizim bunu başaramadığımız doğru” cümlesinde gizli.
Salim kafayla okuduğumuzda, Yılmaz’ın övdüğü şey aslında ulusal sinema.
Yani Halit Refiğ, Lütfi Akad, Metin Erksan gibi babaların uğruna ömür tükettiği şey.
Hatta rahmetli Halit Refiğ’e sonunda “Ulusal Sinema Kavgası” diye kitaplar yazdıran.
Eskilerin sorduğu şuydu:
Biz ona “Dük” deriz. Yaz-kış sokakta yaşar. Para bulursa berduş şarabı içer. Yaşı belli değildir.
“Dert değil” dedim: “Siz isteyin açıklayayım.”
“Adam gibi kâğıda yazsan olmaz mı? Eskiden Twitter mi vardı!”
“Onu da yapıyoruz efendim” diyerek düzelttim duruşumu: “Ama bu iş başka. Mecraya göre üslup.”
“Nereden esti şimdi?”
“Bir arkadaşım söyledi. Twitter’da günlük tefrika yaz, sen becerirsin dedi. Yki sene önce.”
“Niye o zaman başlamadın?”