Yalan dünya

Bazen yaşadıklarımızın gerçek olup olmadığını düşünüyorum. Her şey gerçeküstü bir tablonun içinde geçiyormuş gibi geliyor. Herkesin kör, âlemin sersem olup olmadığından ciddi biçimde şüpheleniyorum. Hatta giderek şüphelenmekten öteye geçip kuşkulanmaya başlıyorum. Paranoyak bir ruh haline kapılıyorum... ‘‘İyinin ve Kötünün Ötesinde’’nin unutulmaz yazarı Friedrich Neitzsche'nin bugünleri görmesini ne çok isterdim! Biz iyinin ve kötünün ötesine çoktan geçtik. Şimdi hayal ile gerçeğin sınırlarında dolaşıyoruz. En azından bana öyle geliyor.Sanallık artık bir bilgisayar teknolojisi deyimi değil. Hayatın içinde de aynı sanallığı gözlemek mümkün. Aklı kıt, gustosu sınırlı, parası bol bir kesim dikkatleri fena halde üzerine çekiyor. Bir zamanların Güney Afrika'sındaki beyaz azınlık gibi, bunlar da dar nüfuslarına rağmen aslında toplumsal gücü oluşturuyor. Sayıca az olmalarının toplumsal etkinlikleri ile ters orantılı olmasında sosyolojik bakımdan şaşılacak bir yan yok. Çünkü para genellikle bunların elinde. Şaşılacak durum, birbirlerini körü körüne taklitteki sarsılmaz kararlılıkları. Delinin birinin attığı taşın peşinden kuyuya topluca atlıyorlar ve birden o kuyuya atlamak bu mahfellerde moda oluveriyor.Mesela birdenbire çok mütevazı şaraplara, inanılmaz paralar ödenmeye başlıyor. Şarabın pahalısı olmaz mı? Olur tabii. Bir Chateau Margaux'ya, bir Chateau Petrus'e, bir Chateau d'Yquem'in ‘‘Y’’sine şaraptan anlayanlar sıfırı bol Türk parası ile yüz milyonlar ödeyebilir. Böyle bir tutum ancak takdirle karşılanır. Ama sırf etiketi Fransızca diye on sekizinci sınıf bir şaraba eşek yüküyle para vermek, ancak ismini şeddeli yazmaktan imtina ettiklerime özgü olmalı. Bazı lüks lokantaların şarap kartlarında sadece yılı eski diye tutulan iç boşalmış şaraplara ve özellikle mutlaka yılı içinde içilmesi gereken ama tarihi epey eski Beaujolais'lere rastladıkça deli oluyorum. Bunların şerbet niyetine içildiğini gördükçe büsbütün çıldırıyorum.CEHALETİN MAZERETİ OLMAZŞarap yalnızca bir örnek. Yoksa bilginin bu kadar önemsenmediği, atışın bu kadar serbest olduğu, cehaletin bu kadar prim yaptığı, her türlü kazancın neredeyse bütünüyle, talihe bağlandığı bir başka yeri ben bilmiyorum. Bilenler varsa, lütfen söylesinler. Yaşıma başıma bakmayıp, her şeyimi geride bırakarak oraya göçmeye hazırım.Beni böyle düşündüren örneklerden birine geçenlerde eski bir dergide rastladım. Eski dediysem, birkaç aylık bir dergi. Karıştırırken aynen şu satırlara rastladım: ‘‘Somonlu yumurta, petek balı, meyve suları, peynir ve şarküteri çeşitleri, ev yapımı danish kekler, börekler, salatalar, kalamar, karides ve çeşitli balıklardan oluşan deniz mahsulleri, biberiye otlu dana pirzola, fesleğen soslu florantine, kebap çeşitleri.’’ Birkaç satır sonra ise yazı şöyle devam ediyor: ‘‘Sıra tatlılarda: Krep, flambe, baklava...’’Ciddiyetin sadece ‘‘c’’ harfinin olduğu bir yerde böylesine yanlışlar peşpeşe inci tanesi gibi dizilmez. Meraklısının kolayca tahmin ettiği gibi, sözkonusu yazı bir otelin ‘‘brunch’’ını tanıtma iddiasında. Ama yazanın ‘‘danish’’ dediği Danimarka çöreklerinin kekle ilgisi olmadığı konusunda bir bilgisi bulunmadığı apaçık. Balıkların deniz mahsulü olmadığını bilmiyor besbelli. Ya da yazı yazmasına izin verilmiş dilbilgisi özürlü biri olduğunu düşünmek zorundayım. Yoksa ‘‘kalamar, karides ve çeşitli balıklardan oluşan deniz mahsulleri’’ demezdi besbelli. ‘‘Fesleğen soslu florantine’’in ne olduğunu yirmi dokuz yıllık mutfak deneyimime rağmen çıkaramadım. Ustalarım ‘‘florantine’’in içinde ıspanak bulunan bir ‘‘sıfat’’ olduğunu söylemişlerdi. Bu sahin bilgi, yukarıdaki yemeği açıklamaktan aciz. ‘‘Fesleğen soslu florantin’’ ne? Yazanın yemeği görmediği, kulaktan dolma bilgiyle yazdığı ortada. Görse böyle saçmalamazdı.Tatlılara gelince, ‘‘flambe’’ tek başına orada ne arıyor? Bu sözcük Fransızca ‘‘alevlendirilmiş’’ demek. Yani tek başına bir anlamı yok! Flambe edilen ne? Armut mu, elma mı, krep mi, karides mi? Sorunun cevabı yazıda görünmüyor. Herkes Fransızca bilmek zorunda değil, ama yemek yazısı yazanlar mutfak terimlerini bilmekle mükellef.Yemekten anlamayanların otorite edasıyla yemek yazısı yazdığı bir ülke bana biraz fantastik gelirken, halk çocuğu politikacıların frak giymeyi bilmemeleri beni ancak gülümsetti. Devlet Bakanı Sayın Işın Çelebi, frak üzerine taktığı siyah papyonuyla dam üstünde saksağan görünümünü, halk çocuğu olmakla açıklamış. İyi bir gazete ve dergi okuyucusu olarak Sayın Bakan'a şimdiye kadar kimsenin başka bir şey çocuğu olduğu yolunda bir ithamda bulunduğunu hatırlamıyorum. Ayrıca halk çocuğu olmakla devlet bakanı olmak arasındaki çelişkiyi de anlamakta güçlük çektim. Sayın Çelebi İspanya Kralı'nın davetine halk çocuğu sıfatıyla değil, Türkiye Cumhuriyeti'nin Devlet Bakanı sıfatıyla davet edilmişti. Bu sonuncu sıfat, ona frak giymeyi bilmeyi emretmekte. Cehaletin mazereti olmaz!CEVABI ACIKLI SORUAma aradan iki gün geçince kendi kendini tanımlamasından hep hicap duyduğum Tarım Bakanı Sayın Mustafa Taşar, Fransa'da resmi davetli olduğu bir yemekte, on yıl yatılı erkek mektebinde okumuş olmama rağmen nakletmekten utandığım basbayağı müstehcen bir fıkrayla konukları güldermeyi denemiş. Bu da mı halk çocukluğu? Sayın Taşar'ın yaptığını kendini benzettiği sevimli yaratığın yapacağından bile kuşkum var. Devlet adabını bilmemek nasıl bir mazerettir, anlamam. Ama buna bizde tepki ne oldu? İşte cevabı acıklı olan soru bu.Devlet Bakanı Sayın Güneş Taner ise sırasının geldiğini düşünüp hemen bir demeç patlatmış. Yanlış anlama olmasın diye aynen aktarayım: ‘‘Taner, grup toplantısından sonra kendisini ünlü sanatçı Mozart'a benzeterek, 'Bize eleştirilerde bulunanlar, ortaya koydukları sorunları nasıl çözeceklerini de göstermelidir. Yoksa eleştirmek kolay. Mozart büyük bir sanatçıydı. Üstelik sağırdı. Ama onu bile eleştirdiler. Bunlara kulak asmayın' dedi.’’Sayın Bakan, sağır olan Mozart değil, Beethoven. Üstelik onu sizi olduğu gibi eleştiren de yoktu. Ama ben cehaletinizi ve ‘‘tringo’’lu üslubunuzu açıkça eleştiriyorum. Verecek cevabınızı da çok merak ediyorum.Mozart'la ilgili unutamadığım bir hikâye vardır. Besteci altı yaşındayken Avusturya-Macaristan İmparatoru I.Franz'ın önünde bir konser vermek üzere saraya davet edilir. Piyanonun başına oturduğunda, belki de müzikten anlamadıklarını sandığı bir sürü saraylının çevresini aldığını görünce, İmparator'a şöyle der: ‘‘Bay Wagenseil burada değil mi? Gelsin, çünkü o bu işten anlar!’’ ...Bunun üzerine İmparator büyük bir olgunlukla ve sessizce Mozart'ın yanından kalkarak yerini Wagenseil'a bırakır. Küçük Mozart Wagenseil'a dönerek ‘‘Sizin bir konçertonuzu çalacağım’’ der, ‘‘Lütfen notaların sayfalarını çevirin.’’Bugünkü Türkiye bana bir ‘‘yalan dünya’’ gibi görünüyor. Gerçek Türkiye'yi arayanlar ise I.Franz'ı örnek alacak insanları düşlüyor ve talihin kötü bir rastlantısı da Mozart'ın rolünü bencileyin bir yemek yazarına yüklüyor.
Yazarın Tüm Yazıları