Paylaş
Karım Polonezköy'den dönüşünde bir kesekağıdı dolusu açık kırmızı kiraz getirdi.
Emin olun, o gün hiçbir şey beni bu çok rastlanmayan kirazlar kadar mutlu edemezdi.
Ben çocukluğumda Polonezköy'e hiç gitmedim. O zamanlar yatılı okulda okuyordum ve Polonezköy bize çok uzaktı. Pazar günleri yanına çıktığım akrabalarımın ise bu kadar uzak bir yere gidebilmeleri mümkün değildi. Otomobil sahibi olmak o yıllarda orta sınıf için ancak bir düştü. Dolmuşlar ise ancak kent içinde belli duraklar arasında çalışırdı. Bildiğim kadarıyla Polonezköy'e giden belediye otobüsü de yoktu. Olsa bile, yaz günü otobüslerde sıkış tepiş, kan ter içinde o kadar uzun bir yolu kim göze alabilirdi ki?
Eşim eski bir İstanbullu. Onlar haftasonlarını, bir biçimde, İstanbul'un bu şirin köylerinde geçirmeyi ötedenberi adet edinmişler. Hafızası da çok iyi. Bana bundan yirmi otuz yıl öncesine kadar, Polonezköy'de hemen her evin bahçesinde kiraz ağaçları olduğundan sözetti. "Oranın kirazları hep farklıydı," dedi.
Gerçekten de Polonezköy'de konuk oldukları evin bahçesinden topladıkları kirazlar, bilinen kirazlardan çok farklıydı. Hiçbiri çok iri değildi. Renkleri daha çok beyaz röfleler içeren açık kırmızı tonlarıydı. Yenildiğinde ağızda hiç de öyle şekerli bir tat bırakmıyorlardı.
TATLI BİR SORUN
Yine de bu tatsızlığın kötüye yorulmamasını dileyeceğim. Çünkü aşırı şeker, meyvanın tadına baskın olursa, bu kez meyvalara özgü aromaları algılamamız giderek imkansızlaşır. Şekerin tadı güzeldir, hoştur da şeker baskın ve biricik tat olursa yavanlığı da beraberinde getirir.
Bizim klasik hamurişi tatlılarımızın da Batılılara göre sorunu bu. Şurubun şekeri o kadar hakim bir tat oluşturuyor ki, tatlı sadece şekerden ibaretmiş gibi geliyor onlara. Ne hamurun lezzeti, ne de hamurun içindeki malzemenin tadı damaklarına ulaşabiliyor. O yüzden tatlıyı bizim gibi şurupla ıslatmayıp, adeta bir börek gibi hazırlayan ve şurubu sadece harcın içine azıcık ekleyen Lübnanlıların baklavası rağbette Batı dünyasında. Tabii onu bile çok tatlı bulanlar da eksik değil!
Aynı durum, meyvalar için de geçerli. Aşırı şeker, meyvanın tadını =apaçık söylemek gerekirse= bozuyor. Şeker ne kadar fazlaysa, aromanın da aynı ölçüde güçlü olması gerekiyor. Nitekim sözgelimi küçük ve sapsarı kantalup kavunlarının ancak o insanın içini bayan parfümü aşırı tadını bir dengeye oturtabilmekte.
KİRAZIN TARİHÇESİ
Öte yandan kirazın aroması öyle kantalup kavunu gibi hiç bir zaman çok iddialı olmamış. Zira kiraz eriğin bir akrabası. Dış görünüşü de biraz eriği andırmaz mı zaten?
Kirazın Latincesi ‘Prunus avium‘. Türkçesi, Avium eriği! Bu bir tür yabani erik bütün kirazların atası sayılmakta. Kökeninin Avrupa ve-veya Ortadoğu olduğu iddia edilmekte.
Tarihçiler Prunus avium'un vahşi bir ortamda gece gündüz bitki ve meyva toplayıp hayvan avlayarak yaşamaya çalışmaktan tarım ve hayvan yetiştiriciliğine terfi etmiş atalarımızın bildiği bir meyva olduğunu söyler. Onlar uygarlığın şafağında bu meyvayı tanımış.
Üzümün suyunun sıkılıp şarap yapılmasından çok önce yabani kirazın sıkılıp suyunun çıkarıldığı yazılı kayıtlarda. Kimbilir, belki de kirazın suyu insanlara ilham verip şarabın yapımını sağlamıştır? Olamaz mı, dersiniz?
Eski Yunan metinlerinde kiraza ilişkin birçok bölüm bulunur. Bu metinlerde benim ilgimi çeken Romalılarla Yunanlılar arasında kiraza sahip çıkmadaki tatlı münakaşalar oldu. Bunlardan birinde Romalı Larensis, -ki kim olduğunu bilen pek yok-, "Siz Yunanlılar birçok şeyi sorgusuz sualsiz mülkiyetinize geçirmektesiniz," diyor. "Onları sanki siz keşfetmişsiniz gibi vaftiz ediyor, ad veriyorsunuz. Oysa Romalı General Lucullus -şu gurmelerin bilinen atası olan ünlü Romalı, T.Ş.- Mitridates ve Tigranes'i fethettiğinde, Pontus'daki Kerasus adlı bir kentten bu meyvanın ağacını alıp Roma'ya getirdi. Romalı tarihçilerimizin de kaydettiği gibi, ağaca ve meyvasına bu kentin adını vererek ‘kerasos‘ dedi."
KERASOS VE GİRESUN
Burada bizim açımızdan ilginç olan, sözü edilen ve adını meyvaya veren kent Kerasos'un bugünkü şirin Karadeniz kentimiz Giresun olması. Kerasos ve Giresun, iki isim birbirini çağrıştırmıyor mu?
Aslına bakılırsa, karşılıklı iddialaşan Yunanlılar ve Romalıların her ikisi de sonunda dönüp dolaşıp kirazın Anadolu kökenli olduğunu teyit eder dururlar.
Nitekim Yunanlı bir müddei, ki adının Dafnos olduğu yazılıdır, "Lucullus'tan yıllarca önce Sifnoslu Difilos adlı Efesli bir Yunanlı kirazla ilgili önemli şeyler söylemiştir," der. Bunları da hemen sayar: "Kiraz, özellikle çiğ olarak yendiğinde, kolay hazmedilir bir meyvadır. Lezzetli bir suyu vardır. Buna karşılık besin değeri o kadar fazla değildir. Özellikle kan kırmızısı olanları idrar söktürücü olarak tıbbi bir değer taşırlar."
Sifnoslu Difilos bu sözleri söylerken bize bazı ipuçları da verir. "Özellikle çiğ olarak yendiğinde" sözü, bize o yıllarda kirazın bir çeşit kompostosunun da yapıldığını hatırlatır. "Besin değerinin fazla olmaması," diyet açısından bir övgü mü, yoksa beslenme değerinin azlığından ötürü bir eleştiri mi, anlaması güç.
KİRAZ VE VİŞNE
Bu arada bilimsel kataloglarda kirazın adını taşıyan meyvanın vişne olduğunu söyleyeyim. ‘Prunus cerasus‘, ya da bizim dilimizle söylenecek olursa, Giresun eriği, vişnenin resmi adı. Dünyanın en güzel reçelleri de işte bu Anadolu kökenli meyvadan yapılıyor.
Kirazlar elbette bunlarla sınırlı değil. Kirazla ilgili söylenecek şeyler de.
Mesela çocukluğumda yediğim o harika sapsarı kirazları çok arıyor ama bulamıyorum. Elimde olmaksızın, acaba çocukluğumla birlikte onları da mı sonsuza kadar kaybettim diye hüzünleniyorum.
Günaydın hüzün!
Paylaş