Paylaş
Türkiye'de şu günlerde bir patates krizi yaşanıyor. Üreticiler Cumhurbaşkanı'na çıktı. Masanın üzerine iki çuval patates koydular. Sorun böylece kamuoyunun gündemine taşındı. Magazin muhabirleri Köşk'teki patates çuvallarının masa üstündeki resmini çekip acıklı altyazılar ile haber yaptılar. Güngör Uras üstadımız Milliyet'teki köşesinde patates üzerine ‘‘sıkı’’ bir ekonomi yazısı yazdı. (Birden üniversite yıllarında elimizden düşürmediğimiz ‘‘Görüş’’ dergilerini hatırladım.) Ben de bu haftaki köşemde işin gastronomik önemi ve patatesin öyküsü üzerine bazı hatırlatmalarda bulunmak istedim. Ama önce bizdeki durumu kısaca özetleyelim.
BİZDEKİ SORUN
Görünürdeki sorun şu: Önceki yıl patates cazip fiyattan alıcı bulunca Nevşehir ve Niğde'de dağa taşa patates ekilmiş. Bu kez fazla bir buçuk milyon ton üretim fazlası olmuş. Üstelik kötü tohum ve yanlış topraklarda aşırı gübreleme ile ortaya çıkan patatesler kalitesiz. Bu yüzden ihraç edilemez durumda. Üstelik ucuz da değil. Avrupa'da kilosu 30 bin lira civarında satılan iyi kalite patatese karşılık bizim patatesin üreticiye maliyetinin 40-50 bin liradan başladığı belirtiliyor. Yine kalite sorunundan ötürü, normalde bir yıl bekleyebilen patates, bizde altı aydan fazla dayanmaz deniyor.
Bütün bunlardan çıkan sonuç bir milli felaket. Bakanlar Kurulu ‘‘Patates Sorunlarını Çözme Komisyonu’’ kurmuş. Vatana ve millete hayırlı ve uğurlu olsun! Anlaşılan o ki, bu komisyon marifetiyle necip Türk milletine bu kötü kalite patatesler yedirilecek. Ya yedirilecek, ya da (beklediğiniz gibi ‘‘yedirilecek’’ demiyeceğim) bir buçuk milyon ton üretim fazlası patates, en iyi ihtimalle, hayvan yemi olacak.
Hayvan yemi olmak galiba patatesin kaçınılmaz bir kaderi. Başlangıçta Avrupa'da da olan biten bundan farklı değil. Tarih kitapları patatesin öyküsünü böyle yazıyor. Şimdi biraz bu öyküye bakalım...
Patates Amerika kökenli bir bitki. Bu kıtada bitkinin hem tatlı olanı, hem de bildiğimiz biçimi bulunmaktaymış. İlk keşif, bugünkü Peru'da yapılmış. Patates burada And dağlarında binlerce yıl boyunca İnkalar tarafından yerel bir yiyecek olarak yetiştirilmiş. Yerlilerin komşu bir tür olan tatlı patatese verdiği adla ‘‘patata’’, Peru mutfağında kendisine sağlam bir yer edinmiş. Amerika kıtası Avrupalılar tarafından işgal edilinceye kadar yerel bir yiyecek olarak kalmış. Kaşif Pizarro Peru'ya gittiğinde patatesin önemini fark etmiş. Bitkiyi 1534 yılında Avrupa'ya getirmiş.
Elli yıl kadar sonra, 1580'lerde, bu kez bir İngiliz, Sir Walter Raleigh, aynı bitkiye Kuzey Amerika'da rastlamış ve İngiltere'ye taşımış.
Bütün bunlar olup bitince patatesin birden Eski Dünya'da bir patlama yaptığı sanılmasın. Patatesin kaderi, uzun yıllar boyunca talihsizliklerle dolu. Avrupalı soylular ve orta sınıflar bu harika yiyeceğe burun kıvırmış. Yaklaşık iki yüz elli yıl boyunca patates hayvan yemi olarak yetiştirilmiş. Bir de yoksul köylüler ona bir can simidi gibi yapışmış.
İnsanlar, alışılmadık aşın ya karın ya da baş ağrıtacağını düşünmüş hep nedense. Bunun tek istisnası, Türkler. Mutfak tarihinde, yabancı yiyeceklere açık bir tutum takınan tek toplum Türkler olmuş. Avrupalılar ise, inadına muhafazakar bir çizgi tutturmuş gidiyorlar.
Ancak bir de ‘‘Allah'ın sopası’’ denen bir şey var. Bu kez Allah'ın sopası büyük kıtlıklar ve bunları izleyen açlık dönemleri olarak ortaya çıkmakta. Avrupa yakın döneme kadar hep bu açlık krizleriyle çalkalanmış. Katolik Avrupa böyle durumlarda Allah'a yakarmakla yetinirken 1789 Devrimi ile aklı başa geçiren Fransızlar farklı bir tutum izlemişler. Bir sürü yerel bilim akademisi, açlığa karşı buluşlar yapmak üzere bilim adamlarına çağrı yapmış. 1772 yılında Besançon Akademisi de kıtlık halinde yenebilecek yeni bitkiler bulunması için bu çağrıyı yinelemiş. Talep olunca da arz ortaya çıkmış...
Antoine Augustin Parmentier, aslında bir askeri eczacı. 7 Yıl Savaşları sırasında Almanlara esir düşmüş. Westphalia'da esir kamplarında yaşamış. Patatesle ilk burada tanışıtığı söylenir. Parmenter o zamanlar sadece hayvanlara yem olarak verilen ya da yoksulların ununu yapıp ekmeğe kattığı bu harika bitkiye gönül vermiş.
Besançon Akademisi'nin yarışmasını fırsat bilip patatesi tanıtmaya koyulmuş. 1773 yılında yarışmanın büyük ödülünü kazanmış. Beş yıl sonra ‘‘Patatesin Kimyasal Olarak Gözden Geçirilmesi’’ adlı eserini yayınlamış. Turgot, Buffon, Condorcet ve Voltaire gibi büyük düşünürlerin desteğini sağlamış. Giderek Kıral XVI. Louis'nin desteğini de almış.
Büyük buluşlarla büyük felaketler arasında hep bir olumlu ilişki olduğu söylenir. Bu kez de 1785'deki büyük kıtlığın, Parmentier'nin önünü açtığını görüyoruz. Patates Kıral'ın emri ve desteği ile Paris'te yetiştirilmeye başlanmış. İlk zamanlarda tarlaların çevresine kıraliyet muhafızlarının dikildiği ve gündüzleri nöbet tutulduğu anlatılır. Amaç, burada değerli bir şeyin bulunduğu mesajını kamuoyuna aktarmak. Mesaj da yerine ulaşmakta gecikmemiş. Çünkü geceleri buralarda müthiş bir hırsızlık başlamış. Çuvallara doldurulan patatesler hırsızlık malı olarak satılmaya başlanmış. Ama buna patatesin yaygınlaşmasını isteyen Kıral'ın hiç bir itirazı yok!
Yapılanlar bununla da sınırlı değil. Mesela Benjamin Franklin'e Paris'te konukken verilen büyük bir devlet resepsiyonundaki mönü baştan aşağıya patates yemekleri ile oluşturulmuş. Fransa Kıralı ceketinin yakasına bir patates çiçeği takarak dolaşmış. Parmentier'nin de elinde aynı çiçeği tutarken bir resmi olduğunu hatırlarım.
SONUÇ NE?
Eğer Türkiye ciddi bir ülke olsa, yukarıda anlatılan hikayeleri bilenler, ya da bilmek zorunda olanlar bu konularda ciddi politikalar üretirler. Tıpkı yukarıda anlattıklarım gibi. Ama bizde günübirlik yaşama moda. Her işimiz günü kurtarmak üzerine kurulu. Siyasetçilerimiz de bunun istisnasını oluşturmuyor. Onu için ben üzülerek, Güngör Uras üstadımızın yazısındaki sonuca katılıyorum. ‘‘Bu yıl patatesler satılamayacak. Bu yıl patates üreticisi zararı sineye çekecek. Patates sorununu bahane edenlerden bazıları Hazine'den kendi ceplerine para hortumlayacak.’’
Ol hikayet bundan ibaret...
Paylaş