Eski bir görgü kitabında ‘‘Hediye Vermek’’ bahsinde, ‘‘vaziyetimiz müsait olduğu takdirde başkalarını sevindirmek için hiçbir fırsatı kaçırmamalıyız’’ diye yazıyor. Çok doğru! Doğru, çünkü dün akşam eve gelip hediye paketimi açtığımda bir bayram günündeki çocuklar kadar şendim. Edremit'in Tahtakuşlar köyündeki Özel Etnografya Galerisi'nin kurucusu ve yöneticisi Alibey Kudar dostum köyündeki otlardan birer demet yapıp bayram hediyesi olarak göndermiş. Ne büyük bir incelik...Eşim yıllardır tatilini Akçay'da geçirir. Ben de fırsat buldukça ona katılırım. Beni Kazdağı'nın eteklerindeki Tahtakuş köyüne ilk kez o götürmüştü. Alibey Kudar ile ilk kez böyle tanıştım. Tahtakuşlar, Balıkesir'in Edremit ilçesine bağlı, Edremit'e 17, Akçay'a ise beş kilometre uzaklıkta, Balıkesir-Çanakkale otoyolu üzerinde Kazdağı'nın yamaçlarında kurulmuş 130 haneli, 600 nüfuslu bir Tahtacı köyü. Sakinleri on üçüncü yüzyılda Orta Asya'dan Moğol baskısıyla Anadolu'ya göçmüş Türk boylarının torunları. Önce Hazar Denizi'nin kuzeyinden Horasan'a, oradan da bugünkü Irak'ın bulunduğu yere gelip yerleşmişler. Burada İslamiyeti tanıyıp kabul etmişler. Ancak, Şamanizmin etkileri hiçbir zaman büsbütün yok olup gitmemiş. Nitekim Şamanizmin kutsal saydığı kazın ayağı bir kutsal motif olarak hep onlarla birlikte olmuş. Sonradan göçtükleri Adana ve civarında yaşarken de bu motifi her yere işlemişler. Toros dağlarının tahtalarına da yansıtmışlar kaz ayağı motifini. Tarihçilerin deyimiyle ‘‘Orta Asya'nın mührü’’nü her yere basmışlar.Bizans tahtına oturmak için yanıp tutuşan Sultan Mehmet, denizlere de egemen olmak gereğini hissedince bu Tahtacı Türkmenleri gemi kerestesi biçmek için İda Dağı'na davet etmiş. Bu davet üzerine bir kısmı buraya gelmiş. Geleceğin Fatih'i için gemi yapmak üzere kereste biçip işlemiş, buraları beğenip, benimseyip yerleşmişler. İda Dağı'nı, Sarıkız efsanesini bölgenin eski sakinlerinden devralmışlar. Kendi kutsal damgalarını vurmuşlar hem dağa, hem de efsaneye. Anadolu'yu Türkleştirmişler. Sevgiyle örmüşler çevrelerini. Akilleus'u, Truvalıların geleneklerini, Homeros'u yaşatmaya devam etmişler. Anadolu'nun onbinlerce yıllık mirasını devralmışlar. Bu mirasa layık işler yapmışlar. Bütün fethedenler gibi, onlar da fethedilmiş. Bundan da asla gocunmamışlar. Anadolu'ya yeni bir soluk getirmenin, yepyeni bir sentezi gerçekleştirmenin mutluluğu yetmiş onlara.EN BÜYÜK GÜÇ, İSTEMEKAlibey Kudar 1932 yılında işte böyle bir köyde, Ege'nin parlak güneşi altında doğmuş, büyümüş. Cumhuriyetin ilk yıllarının heyecanı ile yetişmiş. Savaştepe Köy Enstitüsü'nden mezun olduktan sonra yirmi altı yıl öğretmenlik yapmış. 1980 yılında Akçay İlkokulu'nda öğretmenken, ‘‘Sen artık emekli olacaksın’’ demişler. Alibey Kudar daha elli yaşını bulmamış gencecik bir insan. Vücudu yorulmuş olsa bile yüreği genç ve daha önemlisi heyecanla dolu. Köyüne gelip yerleşmiş. Sonra kendi deyimiyle ‘‘adeta iğne ile kuyu kazmaya’’ başlamış. İğnesi her emekli maaşı ve daracık maddi imkânları. Ama geçenlerde bir akşam boyunca sohbet ettiğim yaşlı hahamın bildiğini o da bilmekte. Güngörmüş Musevi dinadamı o akşam bana ‘‘istemek en büyük güçtür’’ demişti. Alibey Kudar istemek ne kelime, delicesine arzu etmekte. Arzu ettiği, köyünde bir etnografya müzesi ve bir sanat galerisi açmak.Zaman yaşlı Musevi din adamını haklı çıkarmış bulunuyor. Şimdi Anadolu'nun batı kıyılarındaki bu köyde hem bir etnografya müzesi, hem de bir sanat galerisi bulunuyor. Ressam Selim Turan, bundan dokuz yıl önce bu gazetenin aynı pazar ekinde şöyle yazmış: ‘‘Her sergimde bir birlik olması inancındayım. Sergideki resimlerimin hepsi Edremit'in Tahtakuşlar Köyü'ndeki 'Sarıkız' efsanesiyle ilgili. Resimlerde Türkmen kadınlarının rengarenk giysileri içinde portreleri, Sarıkız figürleri var. Ben bunların giysilerinde, kilimlerinde resimler, renkler gördüm. Son resimlerimdeki renkçi tavrımı bunlara borçluyum desem doğru olur. Köylülerimizde mükemmel bir renk kavramı var. Orta Asya'dan Türkmenlerin getirdikleri renk sembolünü, Mevlana'dan aldığı bilgilerle renk teorisini kuran Goethe de kullanmıştır. Delacroix, bu renk sembolünden empresyonist renk kuramını ortaya koymuştur. Bugün çağdaş ressamlar bile bu renk sembolünden etkilenmişlerdir. Bu mükemmel renk ahenginden ben neden etkilenmeyeyim?’’9 Temmuz 1992 tarihinden bu yana Tahtakuşlar Köyü Özel Etnografya Galerisi içinde bir de Selim Turan Resim Galerisi mevcut. Yörenin sanatçıları ile yöre dışından gelen sanatçılar burada resimlerini sergilemekte. Böylece bir Anadolu köyü sanatla içiçe yaşamayı başardığını kanıtlamakta.Alibey Kudar geçen yıllarda köyde bir bale gösterisi yaptıklarını anlatırken gözleri parlıyordu. Bu arada birkaç da küçük Batı müziği konseri verilmesini sağlamışlar köy meydanında. ‘‘Hepsi de çok başarılı geçti’’ derken nasıl sevinçliydi, anlatması çok güç.Sanatsever Kudar ailesinin tutkusu bütün köyü sarmış. Tahtakuşlar köyünde öyle turizm falan yok. Allah'tan böyle bir gelişme olmamış da, bütün yapılanların anlamını çarpıtma nedeni çıkmamış ortaya. Onlar sanatı ve sanatçıyı kendi gelişmeleri için istiyor. Sanatla kucaklaşmanın ne kadar heyecan verici olduğunu çok iyi biliyorlar.Bu müthiş heyecanlı insanlar köylerini keyifle gezen bencileyin bir yemek yazarını bir bayram günü unutmayacak kadar da kadirbilir davranmışlar. Kazdağı'nın eteklerinden topladıkları şifalı ve ıtırlı otlardan birer demet yapıp yollamışlar. Kantaron otunu önce dedem, sonra da annem senelerce çay yapıp içmişlerdi. Pelin de bir başka şifalı çay. Bir tür adaçayı olan yüzük çayına ne demeli peki? Sarıkız çayı dedikleri de bizim Ege'nin daha güneyinde dağlardan topladığımız adaçayının bir benzeri. Mentollü adaçayını ise hiç tatmamıştım. Meğer ne kadar eksik bir lezzetmiş bu hayatımda! Nefes açan, astım ve kalbe iyi geldiği söylenen karabaş otunu ise hiç görmemiştim.SÜPERMARKETLERDE OLMAYANİnsana sağlık bağışlayan bu binlerce yıllık otların ötesinde bir de şifanın yanı sıra bizim Egeli ağız tadımızın oluşmasında büyük yeri olan otlar var. Defne bunların başında gelenlerden biri. Geçenlerde birlikte bir balık buğulaması yediğimiz Aydın Yılmaz ustam, ‘‘Hiç defne tadı yok bu buğulamada’’ demişti. Oysa bizim bütün balık yemeklerimiz mis gibi defne kokar kararınca. Akdeniz'in dört bir yanında pişirilen kuzu yemekleri de biberiye kokar. Paketin içinden o da çıktı. Sonra başkalarınca pek bilinmeyen mersin de bir başka Akdeniz lezzetini yansıtır. Kazdağı köknarını için bir başka Ege deyimine sığınıp, ‘‘dille tarifi mümkün değil’’ demekle yetinmek zorundayım.Ama ille de nane ve kekikler... Kazdağı eteklerinden gelen paketin içinden harika bir dağ nanesi çıktı. Koklamaya kıyamadığım bir naneydi bu. Limon kokulu kekiği daha önce tanımıştım. Kuzey Egeliler bunu çay olarak içiyorlar. Ben bir sürü yemekte denedim. Çayı kadar nefis bir sonuç verdi. Mor kekik de öyle. Çay olarak tadını inkâr edebilmem mümkün değil. Ama etli yemeklerinize bir tutam atın da görün nasıl bir mucize oluşturduğunu. Ya beyaz çiçekli kekiğe ne demeli? Izgara edilen etlere biraz serpilmesi adeta bir büyü etkisi yaratıyor.Bunları ne yazık ki bir büyük kentin süpermarket raflarında bulmanız olanaksız. Mutlaka yolunuzu Kazdağları'nın eteklerinden geçirmeniz gerekiyor. Almanya'da yaşayan başarılı bir turizmcimiz, geçenlerde gazetelere yansıyan bir demecinde turizm anlayışımızın değiştirilmesine gerek olmadığını söylemiş. Tatile gelenler tenlerini yakan parlak güneşimizden ve mavi denizimizden memnun demeye getirmiş.Öyle düşünenlerin anlayamadığı Ege ve Akdeniz kıyılarındaki güneşimizin sadece vücuda değil, onun ötesinde yüreklere de işlediği, denizin vücudumuzu değil, aynı zamanda ruhumuzu da serinlettiği ve her ikisinin birlikte içimize tarifi çok zor bir yaşama sevinci doldurduğu. Tıpkı Kazdağları'nın eteklerinden toplanıp bir dost eliyle bayram günü önüme gelen o harika kokulu benzersiz ıtırlı otlar gibi...