Paylaş
HABER önce bir faks mesajı olarak ulaştı. Sonra Hürriyet-İstanbul’da yer aldı.
Eski bir Ermeni okulunun bulunduğu vakıf binası zorla boşaltılmış ve bu arada James Joyce’un adını taşıyan pub tarihe karışmıştı.
Böylece Vakıflar yönetimi, aradan elli dokuz yıl geçtikten sonra, James Joyce’u bir kere daha öldürmeyi başardı.
* * *
Hemen söyleyeyim, kapanan sadece burası değil. Keşke dökülen mey, kırılan şişe-i rindan olsa! Kapatılan vakıf binasının içinde İstanbul Sanat Merkezi yer alıyordu. Sanatçılar karda kışa sokağa atılıyordu.
Anarat Hugutyan Vakfı’nın elindeki bina eski bir okul demiştim. Burası bir 'hayrat mekan' imiş. Türkçesi gelir getirmesi öngörülmeyen bir yer.
Vakıflar, 'madem bir hayrat mekan sözkonusu, öyleyse buradan gelir elde edemezsiniz' diyor. Oysa bu tür vakıfların yapacağı hayır, artık küçük bir kitleye seslenmekte.
Anarat Hugutyan Vakfı’nın başkanı Rita Hanım’ı aradım...
Vakfın eskiden dört okulu varmış. 'Şimdi toplam yüz elli kadar öğrenci okutuyoruz. Pangaltı ve Koca Mustafa Paşa’daki iki vakıf okulumuz bunlara yetiyor' diye anlattı. 'Ama diğer binalarımızın bakımı, ayakta durabilmesi için de gelirimiz yok' dedi.
Daha önceki yönetim kurulları binayı, bu tür yapıları ayakta tutabilmek üzere gelir olsun diye, istek üzerine kiraya vermiş. Vakıflar ise hemen işe el koyup iki yönetim kurulunu da istifaya zorlamış.
Şimdiki başkan Rita Hanım, Altıyol’da bir buçuk dönümlük bir alanda eşsiz güzellikte tarihi bir binaları olduğunu anlattı. İlkokulu burada okumuş. O söylemiyor ama, benim anladığım kadarıyla bir vefa borcu olarak da şu andaki vakıf başkanlığını yürütüyor. Yoksa bu mevkiin iğneli fıçıdan farkı yok.
Rita Hanım’a o okulu soruyorum. 'Üstten iki katı çöktü. Bizse çivi bile çakamıyoruz' dedi.
* * *
Sanatçıların kış ortasında apar topar sokağa atılmaları zaten yeterince ayıp ve sadece bu ayıp bile Vakıflar idaresine yetse ve artsa da, mesele yalnız İstanbul Sanat Merkezi’nin sorunu değil. James Joyce’un ruhunu muazzep kılan bir davranış olmaktan da ötede. Hatta tek başına Anarat Hugutyan Ermeni Vakfı’nın meselesi olmaktan da çıkmış.
Vakıflar’da gayrımüslim evkafına karşı anlaşılamaz bir kin ve intikam duygusu seziliyor. Bu vakıflara, deyimin yerinde olduğuna hiç şüphem olmadan söylüyorum, kan kusturuluyor.
Geçenlerde atv’de Ali Kırca’nın Siyaset Meydanı’nda yine bir Ermeni Vakfı’nın başkanının gözyaşlarına boğularak anlattığı acıklı öyküden de insaf sahibi olmaları gerekenlerin hiç ders çıkartmadığı ortada.
Ama onlar oradaysa, biz de buradayız.
İman, ümit ve sevgi içinde en büyüğünün sevgi olduğunu bilerek bu mücadelede yerimizi alacağız.
Şık Bir Davetin Ardından
ARADAN neredeyse on gün geçti. Güngör Uras Milliyet’teki köşesinde yazdı. Normal şartlar altında haber bayatladı. Ama bu kadar şık bir davetin, araya giren nedenler ne olursa olsun, bu köşede yer almamasının haksızlık olacağını düşündüm. O yüzden bu izlenim yazısını çöpe atamadım. Bakalım siz ne düşüneceksiniz?...
* * *
Soğuk ama çok güzel, pırıl pırıl bir pazar günüydü. O gün, Gönül Paksoy’un Teşvikiye Atiye Sokak’taki modaevinde düzenlenen yılın bildiğim en iyi yemek davetindeydim.
Gönül Paksoy İstanbul’da yaşayan bir Adanalı. Yaşar Kemal’in 'büyük bir köy' dediği yerden gelme. Kimya alanında doktora yapmış. Modacılık sonradan geliyor...
Yemeklere bakınca, güneyden esen bu yel hemen hissedilmekte. Ama sakın bunun bir tür kebab partisi sanmayın. Herşey o kadar şık ve o kadar zarif ki, böyle bir benzetme gerçekten çok yersiz olur. Üstelik esin ne kadar güneyden gelirse gelsin, sunum en rafine kentliye bile parmak ısırtacak güzellikteydi. Hele o zeytinyağlıların üzerindeki menekşe ve biberiye çiçekleri ne kadar hoştu!
* * *
İki yılım Adana’da Çukurova Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak geçmişti. Yemeklere baktığımda kardeşi ressam Doğan Paksoy’a, 'Adana’da iki yılımı boşuna geçirmişim' demekten kendimi alamadım.
Meğer işin aslı zaten farkmıymış. Gönül Paksoy, anneannesinin Kölemenoğulları’ndan geldiğini söyledi. Soylu çizgileri ve farklı yemekleri muhtemelen bu geçmişe borçluyuz.
Tümü halis zeytinyağında pişirilmiş asma kabağı dolması, küçük Çengelköy salatalıkları, tatlı patates, enginar kalbi, kelek dolması, soğan, taze bakla, ilk bakışta kalamar sandığım patlıcan gülü ve kuru kabak dolması Adana’nın yerel yiyecekleri ile zeytinyağının buluştuğu olağanüstü yiyeceklerdi.
Soğuk büfedeki ıspanaklı çileği her halde uzun süre unutamayacağım.
* * *
İlk ana yemek bol piyaz soğanla doldurulup pişirilmiş muhteşem bir kaburga dolmasıydı. Yanındaki tereyağlı pilav da öyle.
Bunu karidesli börekler ile harika içli köfteler izledi.
Son olarak ise pekmezle yapılmış cevizli bir tatlı ve taş kadayıfları sunuldu.
* * *
Benim katıldığım ikinci davette gazeteciler ağırlıktaydı. Can Ataklı, Deniz Alphan, Hülya Ekşigil, Zeliha Dündar, Nilgün Cerrahoğlu ilk bakışta göze çarpanlardı.
Güngör Uras’ı, hoşgörüsüne sığınarak adeta esir aldım. Uzun uzun sohbet ettik.
Lale Apa, basın dünyasından tanınan bir başka davetliydi.
Aileden bir parfüm ustası olan sevgili Zeynep Yarsuvat, davet boyunca ev sahiplerine yardım etti.
Moda dünyasından Yıldırım Mayruk ve Mustafa Taviloğlu oradaydı. Mustafa Taviloğlu biraz geç geldi ve bir yerlere yetişme temaşıyla da erken ayrıldı. Ama hemen her şeyi de tattığı gözden kaçmadı.
Yiyecek-içecek dünyasından ise davette Zeynep ve Metin Fadıllıoğlu’nu gördüm. Bir ara yemekler üzerine uzun bir söyleşiye giriştik.
Türk-İslam Eserleri Müzesi Müdürü Nazan Ölçer de bütün şıklığı ve zarafeti ile böyle bir davete çok yakıştırdığım isimlerden bir başkasıydı.
İstanbul’da böyle güzel ve anlamlı davetler pek az oluyor.
Gönül Paksoy’a her şey için teşekkür etmek istedim...
Paylaş