Paylaş
Bunu ilk kez kim söyledi, hatırlamıyorum. Şimdi her şey bir sisin arkasında kaldı. Cesur, girişken ve dünyayı bilen ve izleyen birisi olarak aklımda kalmış. Adını hatırlamadığım bu dostum, "İstanbul'un millenyum projesi nedir?" diye sordu. Düşündüm, "bildiğim bir proje yok" dedim. Hafifçe gülümsedi, "Eksiklik senin bilginde değil, gerçekte İstanbul'un böyle bir projesi yok" dedi.
* * *
Gazetelerde Londra'daki ünlü çarkın resimlerini ilk gördüğümde haset etmiştim. Sonra gerisi geldi. Dün de çarkın yani "Londra'nın gözü"nün artık dönmeye başladığı haberini okudum. Bununla da kalmayacak. "Londra'nın gözü" ile ilgili birçok "ilk" dünyanın heryerinde haber olarak gazetelerde, dergilerde yer bulacak.
Binyıl dönümü bir bahane. Kurumlar, kentler, ülkeler bu bahaneyle kendi tanıtımlarını yapıyor. İlgiyi üzerlerine çekmeye çalışıyor. İyi projeler üretenler başarılı oluyor. Londra örneğinde olduğu gibi.
Bu işin reklam ve tanıtım bölümü.
Kurumlar ve ülkeler doğrusu beni çok ilgilendirmiyor. Bu kentin gazetesinde yazdığım için, ilgi odağım İstanbul.
İstanbul'un bir kent olarak reklam ve tanıtıma ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Çünkü İstanbul Türkiye'nin en önemli turizm girdilerinin odak noktası. Turizm gelirleri konusunda ağlaşıp duracağımıza böyle projeler üretsek, daha olumlu bir davranış biçimi sergilemiş oluruz .
* * *
İşin bir de sanatla ilgili yanı var. Sanatın desteklenmesi için de bunun iyi bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Kentlerin sanat eserleriyle bezenmesi çok önemli. Kenti diğer yerleşim birimlerinden ayıran bir yan da, sanatla içiçe olması.
İstanbul, tarihi boyunca bunu uygulamış. Bugün Bizans'tan ve Osmanlı'dan kalan o sanat eserleri, kenti her türlü bozulmaya rağmen, hala bir mücevher konumunda tutuyor.
* * *
Bence yeni binyıl, Cumhuriyet'in İstanbul'a kalıcı bir eser katması için eşsiz bir fırsat.
Dikkat ederseniz, "fırsattı" demedim, "fırsat" dedim.
Bence vakit hala geç değil.
Kent yönetimiyle ilgili herkes, bu fırsatı bir an önce değerlendirmeli.
Böylece hem İstanbul için bir gelir kapısı açmış oluruz, hem de -bence daha önemlisi- bin yıl daha beklemeden bu kentte biz de gelecek kuşaklara sanatsal bir iz bırakmış oluruz.
Unutmayalım, İstanbul'u Fatih Sultan Mehmet'in ordularının kente girdikleri gün değil, ilk çeşmenin, ilk camiin, ilk medresenin yapıldığı gün Türkler tarafından fethedilmeye başlandı.
Fetih bugün de sürmeli. Yoksa kentin barbar işgalcileri olmaktan asla kurtulamayız.
Aleni teşekkür
Biz, insanların çok kolay damgalandığı bir dönemde çocukluğumuzu ve gençliğimizi geçirdik. Hemen herkesi ve bu arada sanatçıları ve bilimadamlarını da basmakalıp yargılarla "sağcı" veya "solcu" diye damgaladık. Kamplar içinde de "bizden" ve "bizden değil" ölçütleriyle hareket ettik. Kişilikler, sanatsal değerler, bilimin ölçütleri umurumuzda değildi.
Birinci çoğul şahıs zamirini toplumsal tabloyu çizmek için kullandım. "Biz"den "ben"e geçildiğinde, öyle bir bağnazlıktan korunmamı sağlayan insanlar vardı ve onlara hala müteşekkirim. Böyle düşünenler sayesinde Ezra Pound'un veya Knut Hamsun'un siyasal düşüncelerinin edebi kişiliklerini yargılamak için kullanılamayacağını öğrendim. Hitler'den ve faşizmin her türlüsünden nefretim bile buna engel oluşturmadı. Naziler'in Wagner'i beğenmesinin, Nietzsche'nin eserlerine ayrıcalıklı davranmasının ne birincisinin müziğini, ne de ikincisinin felsefesini yek parmak aşağı veya yukarı çekmediğini düşündüm hep.
* * *
Bu toplumsal hastalığın izleri yavaş yavaş geçiyor gibi. Yine de bazı kalıntılar mevcut.
Mesela bir gazetede günlük siyasetin ötesinde, "sıradışı" bir haber veya yorum çıktığında, çoğu meslektaşım karşı görüşteyse yazıyor. Ama aynı görüşteyse neredeyse mutlak denecek bir sessizliğe gömülüyor. Sonradan farkına varmış olmak, ikinci yazıyı yazıyor olmak mı ağır geliyor acaba?!
Bunun bir istisnasını, Osmanlı Köyü ile ilgili yazımda görmüştüm. O zaman çok duygulanmış olduğumu saklamayacağım.
* * *
Bütün bu girizgahı yapmama Hıncal Uluç'un geçen cuma köşesindeki bir yazısı neden oldu.
Sevgili Hıncal, adımı anarak, Leonardo da Vinci'nin Haliç köprüsü projesi ile ilgili yazıma değinmiş. Buna destek olunmasını istemiş. Tıpkı benim yaptığım gibi. Ben de o haberi ilk kez Yeni Şafak'ta okumuş ve haberin mahrecini belirterek bir destek yazısı kaleme almıştım. Sadece bunun doğru olduğunu düşünerek bu desteği vermiştim.
Şimdi ben de Hıncal'ın desteğini görmekten son derece mutluyum. Bunun için minnettarım.
Ama asıl minnetim, bir başka yazı işçisinin söylediklerini, hiç gocunmadan, köşesine taşımış olması. İşte benim bildiğim ve sevdiğim Hıncal da bu. Doğru bildiğini, doğru düşündüğünü başka hiçbir şeye bakmadan yazıp çizen direk gibi bir adam.
Mecelle'de kötü örnek, örnek oluşturmaz anlamına "sui-misal emsal teşkil etmez" diye bir laf vardır. Bense bu yazıyı, "hüsnü-misal emsal oluştursun" diye yazdım.
Paylaş