Paylaş
ŞAİRLERDEN bir şair, bir gün güzel havaların kendisini öldüreceğini yazmış bir kağıda. Sonra o kağıt üzerine yazılmış sözler kanat takıp gökyüzüne uçmuş. O gün bugündür, şiir dünyasının göğünde kanat çırpmakta bu mısra.
İstanbul’da, kışın ortasında ben de aynı iddiada bulunmayacağım. Şairler deli olabilir, ama ben akıllı olmak, öyle değilse bile en azından akıllı görünmek zorundayım. Yoksa beni de düşler ülkesine yollayıverirler. Orası kötü bir yer mi? Asla değil. Ancak bileti genellikle tek yönlü kesiyorlar. Yani dönüşü olmayan bir ülkeden söz ediyoruz. Gidince çoğu kez gelişi olmuyor. O yüzden cesaret istiyor oraya gitmek. O cesareti çocuklar gösteriyor. Bir de şairler, ressamlar, heykeltraşlar, müzisyenler... Gazetecilerin bu listede yeri yok.
Pazar mucizesi
Yine de herkesin görüp yaşadığını insanlardan saklayacak değilim.
İstanbul’da bir süredir gizli bir elin marifetiyle pazar günleri havalar çok güzel. Gökyüzü ile uğraşanların deyimiyle, 'mevsim normallerinin dışında' yaşıyoruz. Soğuk yine hükmünü icra etmekte. Ancak güneş pırıl pırıl.
Hafta içi günlerde yağmur, çamur eksik olmuyor İstanbul’dan. Kısa günler, kapalı bir hava görülmekte kentin üzerinde. İnsanın içi kararmakta.
Bir haftadır günlerin uzamaya başlamış olması da durumu pek kurtarmıyor.
Pazar olunca mucize başlayıveriyor.
Gördüğüm kadarıyla insanlar da bunun keyfini çıkartmaktan geri durmuyor.
* * *
İki haftadır pazar günleri İstinye’ye iniyorum. Uzun bir yürüyüş yapıyorum sahil boyunca.
Bir süre önce yine böyle bir gezinti üzerine bir izlenim yazısı yazmıştım.
Bu kez izlenimlerim farklı oldu.
Önce İstinye’deki küçük parkın daha canlı olduğunu fark ettim.
Parkta insanlar banklara oturmuş, tatlı bir tembellik yapmaktaydı.
Çevrede köpekler oynaşıyordu. Kimi ev köpeği, sahipli; kimisi ise boyunlarında tasması olan aşılı sokak köpekleriydi.
On beş gün öncesinde parktaki sıralar kırıktı. Bankların acıklı durumunu yazmıştım o yazıda.
Birileri onları tamir etmiş. İnsanların oturabileceği hale getirmiş. Ne güzel!
Minik parkın çimenlerini kesip düzeltmek ise akla gelmemiş. Şimdi onu da yazayım. Belki bankların tamiri gibi bunun da bir yararı olur. Kim bilir?
İskeledeki kahve
Sonra İskele’nin yanındaki açık hava kahvesinin işlediğini görünce sevindim. Neredeyse tıklım tıklım doluydu çay bahçesi. Ben de girip kıyıda bir masaya oturdum.
Küçük ürpertilerin oluşturduğu minik dalgalarla akıp giden bir Boğaz uzanıyordu önümüzde. Gelen garsona bir bardak adaçayı söyledim. Sıcacık adaçayını içerken uzun uzun Boğaz’ı seyrettim.
Yanımdaki masada bir genç kız oturmuş tek başına. Telefonla birileriyle konuşuyor biteviye. Telefonu hep açık. Belli ki beklediği telefon daha gelmemiş, onu bekliyor.
Bir ötedeki masada ise genç bir çift var. Adam kocaman bir paketi açmış, evden getirdiği börekleri büyük bir iştahla yemekte. Koşuşturmaktan ayakları şişmiş genç garson çocuk, o masaya boyuna çay taşıyor. Adama ağzının tadına düşkün. Çayı mutlaka ince belli küçük cam bardaklarda istiyor. Bir iki yudumda da bitiriyor. Bir süre sonra, vicdan azabından olsa gerek, şekerleri ayırmaya başladı. Son çaylarını şekersiz içti.
* * *
İskele Çay Bahçesi’nde otururken Oktay Rifat’ın bir şiiri düşeyazdı gökyüzünden.
Kadeh’te şöyle diyordu şair:
Burası dalyan kahvesi
Ortalık süt mavisi
Apostol bu ne biçim meyhane
Tabağımda bir bulut
Kadehimde gökyüzü...
* * *
Ne yazık ki, şiirler insanın içini ısıtmaya yetmiyor. Bir fincan adaçayı da!
Üşüyünce çay bahçesinden kalktım.
Yürümeye başladım.
Yolun sağında önüme yine o mücevher gibi küçücük cami çıktı. Osman Reis Camii. Kapısını aralayınca içerde ufak bir cemaatin namaz kıldığını fark ettim. Kapıyı çekip sessizce geri çekildim. Ön cephedeki levhaya ilişti gözüm. Bir mermerin üzerine caminin adını ve kuruluş tarihini yazmışlar. 1045 yılı, İstanbul’un fethinden sonraki yüzyıl demek. Kim bilir Osman Reis nasıl bir adamdı? Caminin yerine ve yapısına bakılırsa zevk sahibi biri olmalı.
Balık ekmekler
Yine parkı geçtim.
Biraz ileride Fransa’nın bir taşra kentinden bize nasılsa ulaşmış bir ekmekçinin dükkanı var. Paul ustanın adı bu dükkanın tabelasında hala yaşıyor. Arka tarafa bir de küçük kışbahçesi yapmışlar. İnsanlar içeride oturmuş sohbet edip çay-kahve içiyor.
Geriye döndüm, İstinye tarafına.
İskelenin diğer yanında küçük bir sandalın içinde soğuktan elleri donmuş iki adam balık kızartmaktaydı. Balık-ekmek yapıp satıyorlar. Bir rivayete göre, İstanbul’un en iyi balık-ekmeği şimdi buradaymış.
Aklıma köprü altında yıllarca yediğim balık-ekmekler geldi. Taze bir somunun içine konmuş sıcacık balık tavalarını hatırladım. Yanında soğanı tuza batırıp karnımı tıka basa ve üç kuruş paraya doyurduğum günlerim canlandı gözlerimde. Canım çekti. Eşim pisboğazlık etmemi söyledi. Yutkundum.
İstanbul’un ne kadar güzel bir kent olduğunu bir kere daha anladım...
Arnavutköylülerin sistemi
GEÇEN gün Arnavutköylü bir grup sivil girişimci geldi gazeteye. Ayşen Gür’le oturup sohbet ettiler.
Gözüm içlerinden birisine takıldı. Üniversiteden bir arkadaşıma benzettim. O zamanlar Boğaziçi Üniversitesi’nin toplam öğrenci sayısı yedi yüz elli kişi. Herkes birbirini tanıyor.
Gözlemim doğruymuş. Arkadaşımın mütereddit halini önce anlayamadım.
Meğer Arnavutköylüler üçüncü köprüye karşı çıkan yazıma kızmışlar. O yüzden bana sitem etmekteymişler.
Tabii kızılan Arnavutköy’den geçirilecek üçüncü köprüye karşı çıkışım değil. Zaten onlar da bu tezi savunmakta.
Kızdıkları, sivil girişimi, Arnavutköylüleri küçümsemem imiş.
Daha doğrusu bu onların tezi. Benim yazımda böyle bir iddia veya tavır yoktu.
Yanlış anlaşılmış.
Ama yanlış anlaşıldıysa da kabahat benim demektir.
Özür diler, düzeltirim.
Paylaş