Geçen haftayı İskoçya'da geçirdim.

Tuğrul ŞAVKAY
Haberin Devamı

Geçen haftayı İskoçya'da geçirdim.

Bulunduğum noktada nereye dönersem döneyim, ufuk çizgisine kadar her yerin yemyeşil oluşuyla başım döndü. Bazen dağları ve sayısız vadiyi kaplayan yeşilin Atlantik'in griye çalan çelik mavisiyle buluşmasını seyrettim. Güneşin batışında buna tatlı bir şeker pembesinin eşlik edişindeki büyüyle kendimden geçtim. Bütün bu düşleri bir hafta boyunca birbirinden güzel viskiler eşliğinde tatlı bir esriklikle geçirdim. Eğer peygamberler İskoçya'yı görmüş olsaydı kutsal kitaplarda Cennet'i başka nasıl tanımlarlardı diye düşünmekten kendimi alamadım.

UÇUŞ SANCILARI

Yolculuğun ilk günü British Airways ile İstanbul'dan Londra'ya uçtuk.

Yaşım ilerledikçe sabahın köründe çıkılan yolculukları sevmiyorum. Güne bir türlü ayılmamış olarak başlamanın sıkıntısı oluyor hep. Oysa uzun yollarda bu gereklikten öte bir zorunluk. Üstelik, uçak yolculuğunu insan doğasına aykırı bulanlardanım. Bu kadar hız bizim için çok fazla diye düşünüyorum. Halbuki bizim bindiğimiz normal uçaklar. Concorde bu uçakların iki misli hızda uçuyor. Onunla yolculuk nasıl olurdu acaba? Yine de çok vaktim olsa, yolculuklara arabayla, trenle ya da mümkünse gemiyle çıkmayı yeğlerdim diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Nitekim, aksiliğimiz üzerimizde olduğu için, 'business class'ta üçümüzü yanyana sıkıştırmaya çalışan hostese parlıyoruz. Daha doğrusu Mehmet Yaşin verip veriştiriyor. Kabin amiri bir yerlerden bulunup geliyor. Mehmet'e ayrı bir koltuk gösteriyor. Kötü bir kahvaltı, özellikle aşırı pişirilmiş bir yumurta keyfimizin üzerine büsbütün limon sıkıyor. Sabah sabah içki de içilmeyeceğine karar verdiğimizden kahveyle midelerimizi adeta şişirerek Londra'ya varıyoruz.

Bu arada Londra'dan transit geçmemize adeta zaman kazandık diye sevinmekteyiz.

Yine de Edinburg uçuşuna kadar birkaç saat boyunca şık bir salonda ağırlanıyoruz.

Vakit öğleye yaklaştığı için, biraz çerez ve küçük sandviçler eşliğinde salondaki çeşitli şaraplardan tadıyoruz. Çoğu vasatın üzerinde, ama hiçbiri insanı heyecanlandıracak bir güzellik sergilemiyor.

Bu arada bir yerlerde 'İngiliz elma suyu' diye bir şeyler görüyorum. Küçük teneke kutular içine konmuş yeşil ekşi elma suyu. Ancak çok lezzetli. İnsanın içini ferahlatıyor. Bizde elma mı yok? Niçin böyle şeyler yapılmaz?

Sonra ver elini Edinburg.

EDINBURGH'TA BİR GÜN

İngilizler, anlaşılamaz bir biçimde 'Edinburgh' yazıp 'Edinborro' diye okuyor. Zaten bu İngilizce telaffuzu, yıllarca bu dilde eğitim görmeme rağmen, bir türlü kavrayamadım. O da benim sorunum.

Edinburgh, İskoçya'nın herhalde en önemli kenti.

Biz kentin eski liman kasabası Leith'te şık küçük tipik bir otelde kalmaktayız. Otelin adı Malmaison. İngiliz aristokrasisinin bu Fransa merakı inanılmaz boyutlarda. Otel de Art Nouveau stilinde bir Fransız havasını vermeye çalışıyor, ama bence boşuna. Çünkü çevre buram buram Anglo-Sakson kokuları içinde. Hele liman bunu adeta vurguluyor. Daha İskoç ile İngiliz arasındaki farkı tam anlamış değilim. Oysa ilerleyen günlerde bunu çok daha farkedeceğiz.

KÜÇÜK BİR GEZİNTİ

Edinburgh'ta küçük bir gezinti yapmak için hemen odalardan dışarı fırlıyoruz.

Mehmet Yaşin, Ahmet Örs ve Mehmet Yalçın, ellerinde fotoğraf makinesi durmadan deklanşöre basıyorlar. Etraf öylesine yeşil, kent öylesine büyük ve insanlar o kadar az ki, tabiat burada uygarlığın geçmişi ile sımsıkı sarılmış, adeta müstehcen bir biçimde herkesin gözüönüde apaçık aşk yaşamakta.

Ben bu arada fotoğraf makinemi otelde bırakmış olmama sövüp sayıyorum. Mehmet Yaşin, beğendiğim pozları bana satacağını söyleyip beni büsbütün kızdırarak çileden çıkartmakta.

Yavaş yavaş yürüyerek, artık kentin içine karışmış eski limandan eski kent merkezine doğru gidiyoruz. Bu arada dik bir yokuşu tırmanarak yorulmamak için bir taksiye biniyoruz. Taksi bizi kalenin bulunduğu yere yakın bir noktada bırakıyor. Oradan kaleye kadar yürüyoruz. Etraf neredeyse yüzyıllar öncesini anlatan bir Shakespeare oyunu için yapılmış sahici bir dekor gibi. Garip olan binlerce insanın bu dekor evlerde hala yaşamakta oluşu.

Kalenin önünde Buckingham Sarayı'ndakinden çok daha mütevazi, formalitesiz, yalın bir nöbetçi değişim töreni yapılıyor. İşte o anda Londra ile Edinburgh arasındaki farkı ilk kez hissediyorum. Burası taşra!

BİRA, BİRAZ DAHA BİRA!

Teoman Hünal, bir bira ve viski uzmanı olarak hepimize rehberlik yapmakta. Öğrencilik yılları buralarda geçmiş. Sonra da Northshield barlarını kurarak bira ve viskinin ticaretini yapmaya başlamış. Bir de gezi arkadaşımız sevgili Mehmet Yalçın'la birlikte yazdıkları ve geçtiğimiz günlerde genişletilmiş bir yeni baskısının çıktığı meşhur bir viski kitabı da var.

Bütün bunlar Teoman'ı bir tür doğal ve gönüllü (!) rehbere dönüştürüyor.

Onun önderliğinde Britanya İmparatorluğu'nun yiyecek-içecek alanındaki ender özgün buluşlarından biri olan -'pab' diye okunan- yerleri ziyarete başladık.

Edinburg'ta o pub senin, bu pub beni dolaşıyoruz.

Bira, İskoçların ortalama vatandaş içkisi. Çok güzel çeşitleri var ve bunların bir kısmı yerel, bir kısmı ise İngiliz veya İrlanda kökenli. Almanların ve Çeklerin lanse ettiği ve bizde de bulunan 'lager' tipi biralardan çok farklı bunlar. İngilizce adı 'ale'. Yine böyle yazıyorlar ama, 'eyl' diye okuyorlar. Bir de 'staut' diye andıkları 'stout' biralarından tattık. Ben en çok maltın iyice kavrulduğu ve o yüzden hafif karamelize tattaki koyu esmer biraları sevdiğim için onları yeğledim genellikle.

Bu arada söyleyelim ki, İskoçlar ne kadar Cesuryürek olsalar da, bira sözkonusu olunca hiç de öyle tutucu bir milliyetçilik sergilemiyorlar. O nedenle pub'larda demin saydığım her çeşit bira her zaman bulunmakta.

DEĞİŞİK PUB'LAR

Pub denince akla tek tip bir yer gelmesin.

Mesela ilk gittiğimiz Dome yeni şehirde eski bir katedral ihtişamında müthiş bir yerdi. Binanın güzelliği bile insanı çarpmaya yetiyor. Bira ancak ekstra bir sarhoşluk yarattı hepimizde.

Sonra oradan çıkıp, Grassmarket denen yerde, halk tipi bir pub'a gittik. Burası daha çok sanatçıların geldiği bir yermiş. Pencere kenarına oturup tavana baktığımda birden bütün tavanın notalarla dolu olduğunu gördüm. Adını okuyamadığım bir müziğin partisyonu ile kaplamışlar tavanı. Ne kadar hoştu!

DEVAMI VAR

Bu yazı boyunca İskoçya seyahatinin ancak bir ayağını aktarabildim. Oysa filmin esas oğlanı olan viskileri daha sonraki günlerde tattık.

O konudaki izlenimleri mi de gelecek yazılarda bulacaksınız.

Bu arada acele edenler, gezinin son basamağı olan Orkney Adası'na ilişkin meraklarını Mehmet Yaşin'in olağanüstü fotoğraflarıyla süslediği sıcak izlenimleriyle dolu gezi yazısını okuyarak şimdiden tatmin edebilirler.

İskoçyanın yeşil vadileri ne yazık ki, bu kez sadece başlıkta kaldı. Başlığı değiştirmeye de gönlüm elvermedi. Onun yazısı bir sonraki haftaya...

Yazarın Tüm Yazıları