Lufthansa'nın nazik bir davetiyle birkaç günümü Almanya'nın Ren bölgesinde romantik bir gezide geçirdim.
Yerel turizm yetkililerinin çabalarıyla renklenen bu kısa ama etkileyici yolculukta mutluluğun bazen elle tutulur derecede insana yaklaşabildiğini keşfettim. Bütün keşifler gibi bu da beni heyecanlandırdı. Hayatın tekdüze akışı içinde her türlü değişikliğin ne kadar hoş olabildiğini bir kere daha anladım. Değişikliğin kendisinde bir büyü var. Ancak bu büyü çoğu insana geçit vermiyor. Çünkü kapılar korkaklara kapalı. Cesaret, keşfin ikiz kardeşi.Gezi sırasında aklıma La Rochefoucauld'nun 'en büyük ustalık, her şeyin değerini iyice takdir etmektir' sözü geliyor. Bu yazıyı da unutulmaz bir Ren gezisini takdir etmenin becerisini sınamak için yazmaya karar veriyorum. Bilmem başarabilecek miyim?
Almanlar, iyi biten her şeyin sonuçta iyi olduğunu söylerler. Yanlış değilse bile eksik bir yargı. Çünkü iyi başlayan şeyler de genellikle iyi bitiyor. Yolculuk sırasında bu yargımı sınıyorum. Lufthansa'nın 'işadamı sınıfı'nda ('Business class'ın Türkçe vaftiz adı bana ait. T.Ş.) uçmanın keyfiyle başlıyoruz güne. Güleryüzlü ve sıcak bir karşılama, bir uçakta yenebilecek lezzetli yemekler ve bunlara eşlik eden seçkin içkiler ve özellikle nefis şaraplar süslüyor yolculuğun ilk saatlerini.
Romantik Ren gezisinin ilk durağı Eltville kasabasına gitmek üzere indiğimiz Frankfurt Havaalanı’ndaki hava ise basık ve bunaltıcı. Üstelik Frankfurt tanıdık tipik bir Alman kenti. Bana müthiş itici geliyor. Allahtan yolumuz fazla uzun değil. Ama ne yazık ki biz minibüse bindiğimizde bunu bilmiyoruz!
PASTORAL ALMANYA
Kısa bir yolculuk sonunda bağlar ve güllerle bezenmiş Ren kıyısında bir kasabaya varıyoruz. Sanki kent değil, iklim değiştirmiş gibiyiz. Ren romantizminin yaratıcılarından Heinrich Heine'nin Londra üzerine bir yazısındaki sözlerini o anda yerli yerine oturtuyorum.
Londra'yı Almanya ile karşılaştıran şair, sanayi devriminin bu acımasız başkentini anlatırken şöyle demekte: 'Halbuki bizim sevgili Almanya'mız çok daha eğlenceli, yaşamaya daha uygun bir memlekettir. Orada her şey öylesine hülyalı ve öylesine bir tatil günü rahatlığı içinde hareket eder ki! Askerler sessiz sedasız, gürültüsüz nöbet değiştirirler, sakin bir güneş altında üniformalar ve evler pırıl pırıl parlar, saçakların altında kırlangıçlar uçuşur, pencerelerde şişko hakim karıları gülümser ve boş sokaklarda herkese yetecek kadar yer vardır...'
Bunlar bir başka şairin deyişiyle, şair sözünün yalan olmasından değil. 1850'lerin romantizm dolu dünyasındaki pastoral bir Almanya'dan gerçek sahneler resmetmiş Heine. Bir yüzyıl sonrasının -veya daha sonrasının- Almanyası'nı niye düşlemiş olsun ki?
Eltville'deki küçük otelimize indiğimizde bizi karşılamaya gelen Şarap Kraliçesi, Şarap Prensesi, maiyetlerindeki kişiler bu romantizme aşina olduğum için bana hiç de garip görünmüyor. Oysa hepsi iki yüzyıl öncesinin kıyafetleri içindeydiler. Olsun! Yerel yetkililer, şarap üreticileri bizi alıp gül bahçelerinde gezdiriyor. Ayrıntıları Mehmet Yaşin köşesinde yazdığı için üzerinde fazla durmayacağım. Ama Eltville'de gerçekten güzel şaraplar içtik. Nehir kıyısında küçük bir kioskta tadıyoruz ilk Riesling'leri. İyice soğutulmuş olmalarına rağmen Riesling'in o hoş parfümü burnuma tanıdık geliyor.
Bağcılığın ve şarapçılığın burada hiç de küçümsenmeyecek bir kalite tutturduğunu görmek bir çok kişi için çarpıcı olmalı. Hele Almanya denince hemen akla gelen o tatlı şaraplardan çok, sek ve daha ilk burunda çarpan meyvemsi aromaları içeren örneklerle karşılaşmak ne hoş.
İlk akşam Eltville'de Ren kıyısında çok şık bir restorana gittik. Küçücük bir kasabada bu kadar şık bir restoranın bulunması da ayrı bir hoşluk ve Almanya'nın özellikle bu bölgesinde bilenler için şaşılmayacak bir özellik. Bizim mönü önceden tespit edilmiş. Önce krepe sarılmış füme somon balığı yiyoruz. Mehmet Yaşin 'İskoçya'da mıyız?' diye sızıldanıyor. Ben renk vermiyorum, ama İskoçya'da yediğimiz meşe talaşında füme edilmiş yabani İskoç somonlarını da hayal etmeden geçemiyorum. Ahmet Örs, bakışlarıyla bizi edebe davet ediyor. İkinci yemeğimiz ise daha büyük bir sürpriz. Türklerin yoğurdun ve cacığın mucidi olduğunu bilmeyen Alman dostlarımız önümüze -hafif kremalı- bir cacık gelmesinde mahzur görmemiş! Ana yemek olarak sunulan yabani tavşana da sessizce itiraz edenler var. Tavşanı yiyemeyenler yatılı okul günlerine dönüş yapıp yanındaki mercimeği taam ediyor! Yine de yemekler çok lezzetli. Bunu kimsenin tabağında yemek bırakmamasından anlıyorum.
Şaraplara gelince... Burası bir Riesling cenneti. Yine de bağcılık konusunda cesur davrananlar eksik değil. Bunu herkesten farklı olmaktan korkmayan bir bağcının ve şarapçının Pinot Noir şarabını içince daha iyi anlıyorum. Küçük bir not olarak da Pinot Noir üzümüne burada 'Spatburgunder' (A harfinin üzerine 'umlaut' koyamadığım için özür dilerim) dendiğini söyleyeyim.
NEHİR TEMİZLENMİŞ
Yaz akşamı. Hava geç kararıyor. Yemeğe oturduğumuz nehir kıyısındaki restoranda Ren'i seyrediyorum. Çevrenin sessizliği insanı ürkütecek boyutta. Nehir de bu sessizliğe saygılı bir sükunet içinde önümüzden ağır ağır akıyor. Sularının yeşile çalan rengi dikkatimi çekiyor. Bunu yanımdaki Alman'a söylüyorum. Gülüyor. Açık sözlü birisi. Yirmi beş yıl önce nehrin renginin neredeyse siyah olduğunu anlatıyor. Kimya endüstrisinin bütün atıkları Ren nehrine boşalırmış. Sonra Almanlar da yaşanacak bir hayat ve bir dünya olduğunu fark etmişler. Düş gerçek olmuş. İnsanlar yüreklerinin sesini dinlemeyi başarmış. Bunu selamlamak üzere 1970'lerde ilk somon balığı, bir yıl önce de ilk yayın balığı dönmüş Ren nehrine. Doğanın kendine ait ve aklımızın sınırlarını aşan ihtişamlı ve büyüleyici dengesi yeniden kurulmuş. Romantizm realizmi yenmiş. Gezinin ilk gününde bunu öğrendim. Geri kalanı ise haftaya paylaşmayı öneriyorum...