Paylaş
Erhan'la gençliğimizin en çalkantılı yıllarını aynı mahallede geçirdik.
Bizim evin bir alt sokağında, üç dört arkadaşıyla ortaklaşa tuttukları bir evde kalıyor, binbir sıkıntı içinde yüksek öğrenimini tamamlamaya çalışıyordu.
Babası kendi yağıyla kavrulan bir insandı. Erhan'a az bir para gönderebiliyordu.
Erhan o küçücük para ile o zamanların en gözde okullarından İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü'nde okuyordu.
Arkeolog olmayı hiç düşünmüyordu. Onun aklı fikri, benim gibi gazetecilikteydi.
1960'ların sonlarında bir gün coşku içinde geldi. Soluk soluğa bir lahzada anlattı:
‘‘Milliyet'e girdim, şaka değil, Milliyet'e. Muhteşem bir olay! Düşün, hayallerim gerçek oldu.’’
Uzun uzun kucaklaştık. Sonra da cebimizdeki üç beş kuruşu birleştirip Aksaray Meydanı'ndaki Gümrükçü Muzaffer'in meyhanesine gittik ve hem Milliyet'in, hem de geleceğin ünlü gazetecisi Erhan Akyıldız'ın şerefine kafaları çektik.
Garson Hüseyin, aşırı mutluluğumuzun nedenini öğrenince ocaktan bir ufak rakı da açtı ve hesaba yazmadı.
Hiç unutmam, ‘‘Bu da bizim ikramımız olsun’’ dedi. Sonra da bir bardağa koyduğu tek rakıyı bizim kadehlerle tokuşturup yuvarlayıverdi.
* * *
Ne güzel günlerdi...
Erhan'a gıpta ediyordum. O Milliyet'e girmeyi başarmıştı. Bense aynı tutkuyla yanıp tutuşuyordum.
Bir akşam elinde bir Milliyet'le koşa koşa geldi. Bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Hiçbir şey anlamıyordum.
Zaten hızlı konuşur, sözcükleri yutardı, aşırı heyecanlı olduğu için söyledikleri iyice birbirine karışıyordu.
‘‘Dur oğlum, dur. Tek tek anlat’’ dedim.
Heyecandan iyice tutulmuştu. Elindeki gazeteyi gösteriyordu. Aldım, baktım. Magazin sayfasının dibinde küçücük bir haber ama yazının üzerinde yine küçücük Erhan Akyıldız imzası vardı.
Yine kucaklaştık ve imzalı bu ilk haberini Gümrükçü Muzaffer'in meyhanesinde kutladık.
Bir iki ay sonra ben de Milliyet'e stajyer muhabir olarak kabul edildim.
Mutluluğumuz iki katına çıktı.
O magazinde, ben şehir haberlerinde çalışmaya başladık. İkimiz de aynı tarihlerde kadroya geçip sarı kartlı gazeteci olduk.
Yıllar su gibi akıp geçti. Nasıl geçtiğini anlayamadık.
* * *
70'li yılların sonlarıydı, ben yazı işlerinde çalışıyordum. O da şehir haberlerine geçti.
Çok başarılı işler yaptı. Çarpıcı haberlere, röportajlara, araştırmalara imza attı.
80'li yılların başında birlikte ‘‘Gazeteci’’ kitabını yazdık.
Abdi İpekçi'nin yaşamını anlatan bu kitap çok büyük ilgi gördü. İkimiz de çok mutlu olduk.
Her fırsatta ‘‘Biliyor musun Tufan çok yorulduk, çok zor oldu ama gazetecilik yaşamımızın en onurlu işine imza attık’’ derdi.
Yıllar sonra kader onu çok sevdiği yazılı basından ayırdı, televizyoncu yaptı.
Görsel gazeteciliğin onu hiç tatmin etmediğini çok iyi biliyordum. Ama o kadar onurlu bir insandı ki hiçbir zaman bunu bana söylemedi.
Erhan'ı, sevgili arkadaşımı, cumartesi günü saat 16.20'de sinsice geliveren bir kalp krizi aldı götürdü.
51 yaşındaydı.
Ama artık o yok...
Dürüst, onurlu, ilkeli bir insandı.
Sevgili eşi Semra'ya, çocukları Tolga ile Gökçe'ye para, pul, mal mülk bırakamadı ama tertemiz, saygın bir isim ve yüzlerce haber, röportaj, araştırma, dizi yazı, kitap ve program bandı bıraktı.
Güle güle sevgili arkadaşım, güle güle...
Paylaş