Milyonlarca, milyarlarca ton sanayi atığını ve evsel atığı çöp olarak taşıyan üç büyük ve tarihsel nehir, Tuna, Don, Dinyester ve bu atıkları üreten onlarca Avrupa ülkesi.
Diğer yanda atık üretiminde Avrupa’yı aratmayan Türkiye, Bulgaristan. Romanya, Ukrayna, Rusya ve Gürcistan... Tam ortada da Karadeniz.
Türküleri, fırtınaları, insanları ve en azından bizler için kalkanı, hamsisi ile meşhur şu bildiğiniz Karadeniz.
Ölüyor.
Yüz binlerce yıl önce İstanbul Boğazı’nın kuzeyindeki hattın kırılması ile kimilerine göre Nuh Tufanı efsanesini yaratarak doğan Karadeniz’in dibi, daha yaşlı denizlerin, okyanusların tersine zaten ölü, ama buna rağmen olağanüstü bir ekosisteme sahip. Etkisi Boğazlar üzerinden Akdeniz’e, oradan Atlantik Okyanusu’na uzanan doğal dengenin bozulması, insanların yeryüzü üzerindeki yıkıcı etkilerinin üzerinde konuşmaktan pek hoşlanmadığımız sonuçlarının bir başka örneği sadece...
*
Karadeniz Ekosistemini İyileştirme Projesi, Karadeniz’in Kirliliğe Karşı Korunması Daimi Sekreteryası ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı tarafından yürütülen bir girişim. Su kullanımı ve denizler konusunda küresel duyarlılığı arttırmayı hedefleyen Coca-Cola tarafından da destekleniyor.
Projenin adı hedefini de gösteriyor. İyi de bu nasıl yapılacak? Sorun yalnızca Karadeniz ülkelerinin sorunu değil ki? Tuna’ya kıyısı olan tüm ülkelerin Karadeniz’in içine düştüğü durumda payı var.
Geçen çarşamba gecesi Karadeniz Etkinlik Günü’nün kapanışında dinlediklerim dehşete düşürdü beni, gerçi dehşete düşmeyi de kanıksadık ya.
Milyonlarca ton atığın Karadeniz’in dibini nasıl halı gibi örttüğünü, bu örtünün Karadeniz’i nasıl boğduğunu, nefessiz kalan Karadeniz’in nasıl can çekiştiğini öğrendim.
Dengesiz balık avının şimdi nasıl bir silah olarak geri döndüğünü, yakalanan balık miktarlarının 5-10 yıl önceye kıyasla nasıl büyük ölçülerde azaldığını dinledim.
Sonra İstanbul’da hálá palamutun ne kadar az olduğunu düşündüm. Balıkçı "Abi önce lüfer geldi; palamut yok ortada" demişti geçen gün. Daha önceki yıllarda tersi olurmuş.
Nedenini, niçinini ne o, ne ben düşünmüştük.
*
Karadeniz üzerinde gezen dev tankerlerin taşıdığı milyonlarca ton petrolün ateşlediği sanayi tesislerinin atıklarının dönüp dolaşıp yeniden Karadeniz’e gelmesi manidar tabii.
Bir petrol sızıntısının yarattığı çevresel sorunların aciliyeti sorunlardan kaçmamızı olanaksızlaştırıyor. Ama bin petrol sızıntısına bedel Tuna Nehri’nin taşıdığı kirlilik, ağır metaller, evsel atıklar her nedense bizi pek ilgilendirmiyor.
Ve balık mevsiminin açılması ile birlikte kirlenen ve ağır metallerle yavaş yavaş zehirlenip, zehirleyen Karadeniz’in bereketinden nemalanmaya başlıyoruz, hiç düşünmeden.
Allah’tan yunuslar var. Yunusları anlıyoruz, bize benziyorlar, onların kaybolması bazılarımızı tedirgin ediyor. Balıkçılar ise balığın azalmasını yunusa bağlayıp, ona savaş açıyor. Karadeniz Etkinlik Günü’nün bu yıl ana konusu yunuslardı o yüzden, yunusu kurtarırsak kendimizi kurtarırız çünkü.
Balık tutmak, pislik boşaltmak ve hemen dibine yol yapmak dışında neredeyse hiç kullanmadığımız bir denize en uzun kıyısı olan ülkeyiz. Denizle ilişkimizin niteliği malum; yok gibi. Yeni yeni ısınıyoruz daha. Tamam Karadeniz’e sarılıp yatalım demiyorum ama biraz daha ilgi göstersek, kötü mü olur?
Tanıdık sular, bilmediğimiz kıyılar AKDENİZ
Amerika’da gezi yelkenciliğinin önde gelen dergisi Cruising World’ün Kasım sayısında Akdeniz ele alındı. Dergi daha önceki sayılarında da Libya’dan Tunus’a, Hırvatistan’dan Türkiye’ye birçok ülkeyi dünyada en çok kayıtlı teknesi olan Amerika’ya tanıtmıştı.
Cebelitarık’dan Süveyş Kanalı’na uzanan Akdeniz ya da Romalılar’ın deyimi ile Latincesiyle Mare Nostrum yani ’Bizim Deniz’, gerçekten de denizlerin kraliçesidir; varsa tabii.
Her nedense Türkçesi Akdeniz’dir; neresi ak belli değil ama. Karaların ortasıdır, batıp çıkan uygarlıkların beşiğidir. Bugün dünyanın bulunduğu yerin, bilginin, kültürün büyükçe bir bölümünün üretildiği denizdir ve kıyılarında 1000 yıldır yaşadıktan sonra, tam olarak yararlanmasak da artık bizim denizdir de.
Amerikalılar artık dünya denizlerinde daha fazla bayrak dalgalandırmaya başladı. Yalnızca savaş filoları ile değil, yelkenli tekneleriyle. Ege ve Akdeniz’deki marinalarda yaz kış konaklayan çok sayıda Amerikan bayraklı Amerikalı teknesi var bugün. Ve onların anlattıkları Akdeniz’i çekici bir vaat olarak sunuyor artık.
Cruising World, son sayısında Cebelitarık’dan girip Süveyş’den çıkıyor. Batı- Doğu eksenindeki onlarca bölgenin sunduğu güzel yelken olanaklarının anlatıldığı derginin Kasım sayısı, kışa girdiğimiz şu günlerde önümüzdeki yazın planlarını yapan bizler için bile bir rehber niteliği taşıyor.
"Zavallı turistler. Her yıl milyonlarcası sardalya kutusu uçaklarda Akdeniz’e ulaşıyor. Denizi görmek için otobüslere tıkışıyor. Ama ben, Ranger’in mürettebatından biri olarak önümde bir perdenin açıldığını ve masmavi bir halı uzandığını görüyorum" diye başlıyor yazısına Jim Carrier. Anlattığı Cebelitarık Boğazı’ndan sonra gördüğü ilk Akdeniz.
Sonra neredeyse liman liman anlatıyor Akdeniz’i: "Unutmayın. Buralar kadim topraklardır. 17 ülkede 50 dil konuşulur. Terörizm akıllarda elbette ama asıl sorun yoksulluk" diye devam ediyor. Carrier yazısını, "Akdeniz üstsüz kızların güneşlendiği ve patates tavası da yenen tozlu bir mitolojik çöp kutusu değil. Buraya tekneleriyle gelenler, henüz tam olarak barışı bulmamış toprakların bizim damarlarımızda da dolaşan epik öyküsüne yelken açarlar. Akdeniz, hem tanıdık sulara dönüştür, hem bilmediğimiz kıyılara bir yolculuk" diyerek tamamlıyor. Güzel değil mi?
Ege Denizi deyince ağırlıklı olarak Yunanistan anlatılıyor dergide. Ege’deki Yunan Adaları ile ilgili ayrıntılı bilgi var.
Türkiye’ye gelince... Akdeniz’in en ilginç ülkesi olarak nitelenen Türkiye’ye ziyaretin herkesi memnun edeceği özellikle belirtiliyor. Ege’deki marinaların çok gelişmiş olduğu Akdeniz kıyılarındaki marina eksikliğinin derin ve korunaklı koylarla telafi edildiği anlatılıyor.
Anlaşılan bu kış birçok Amerikalı Akdeniz hayalleri kurarak geceleri sabaha çevirecek. Haklılar tabii, ne de olsa bu deniz, bizim deniz.