Paylaş
EĞER birileriyle deniz üzerine sohbet ediyorsanız, konu ister istemez bir şekilde Atlantis’e gelir. Şu meşhur kayıp kıta Atlantis’e. Uzak geçmişin gizemlerle dolu olduğu hepimizin malumu ancak insanın hayal gücü öylesine zengin ki küçücük bir bilinmezden ne acayip öyküler yaratabiliyor.
Atlantis hakkında ne çok kitap, film ve hatta şiir vardır. Binlerce yıldır insanın zihnini kurcalayıp duruyor bu Atlantis. Kayıp Kıta Atlantis! İyi de koskoca kıta nasıl olur da kaybolur? Bütün bu anlatılanlar acaba gerçek mi? Nereden çıkıyor nehir gibi çağlayan bunca öykünün pınarı? Gelin bakalım.
Bir Atlantis tasviri
PLATON’UN MARİFETİ
Elimizde, Atlantis’ten bahseden şimdilik en eski belge, ünlü filozof Platon’un iki eseri ya da iki diyaloğu: Timaios ile Kritias. (Platon eserlerinde ustası Sokrates’i konuşturur ve Sokrates’in karşısında konuşan kişi de genellikle o kitabın adı olur. Bunlar da öyle.) Timaios metni, Atlantis’in yerini yurdunu anlatan en “kapsamlı” metindir. Metinde, Atlas Denizi’nin ötelerinden gelen bir kavmin Avrupa ve Asya’ya küstahça saldırdığı, söz konusu kavmin yaşadığı adanın, Herakles Sütunları’nın ötesinde olduğu ve büyüklüğünün de Libya ile Asya’nın toplamından fazla olduğu anlatılıyor.
NEREDE BU SÜTUNLAR?
O zamanlar Afrika’nın tamamına Libya denirdi. Yani söz konusu ada Asya ve Afrika’nın toplamından daha büyükmüş. Fakat metinde inatla “ada” olarak geçiyor. Herakles Sütunları ise hep Cebelitarık Boğazı sanıldı ve fakat son zamanlarda bilim insanları ve tarihçilerin bu konuda başka fikirleri de var. Yani Herakles Sütunları, Cebelitarık yerine örneğin Messina Boğazı olabilir.
Metin, Atlantis’in bir gecede korkunç yer sarsıntıları ve tufanlarla yerin dibine gömüldüğünü, çok az kurtulan olduğunu, üzerindeki insanların çoğunun yok olduğunu da söylüyor. Güya gömüldüğü yer bugün (metnin yazıldığı gün) bataklıklar ile kaplıymış ve artık gemiler oradan geçemiyormuş.
Kritias metni ise yarım kalmış olduğu için pek bir bilgi vermez.
ARAPÇA’NIN OYUNLARI
Bu kadar! Atlantis’le ilgili ilk yazılı bilgi bu kadar. Belli ki Platon o gün insanın biriktirdiği pek çok unsuru kullanıp iyi bir harman yaratmış. Bu arada Platon’la ilgili bir şeyi de mutlaka belirtmek lazım: Doğu’da bu ünlü filozofun adı Eflatun diye geçer. Hatta bizde bile pek çok kaynak Platon yerine Eflatun der. Bu isim değişikliğinin nedeni, Yunan klasiklerinin İslâmiyet’in hemen ardından önce Arapça’ya, ancak ondan sonra Batı dillerine çevrilmiş olmasıdır ve bundan da önemlisi Arapça’da “p” ve “o” seslerinin olmamasıdır. Dikkat ederseniz Arapça’da “p”nin ve “o”nun olduğu sözcükler yoktur, çünkü bu sesler alfabelerinde yoktur. Mesela bugün Arapça konuşanlar “Napolyon” diyemezler, “Nabulyun” derler. P bir şekilde yumuşar, duruma göre b veya f olur, o sesi de “u”ya dönüşür. Bunun gibi pek çok örnek verebiliriz, uzatmaya gerek yok. Ama Türkçe’de vardır “p” ve “o”, bu nedenle bizim gerçek adı Platon olan birine tutup Eflatun dememize hiç gerek yoktur!
YOK ÖYLE BİR KITA
Platon’u okuyan binlerce insan da oturup Atlantis hayali üzerine bir o kadar eser yaratmış zaman içinde. Hepsi birbirinden ilginç eserler bunlar. Atlantis’i Amerika yapan mı istersiniz, Amerika ile Afrika arasında Atlantik’i neredeyse kaplayan bir kıta çizen mi istersiniz, akla hayale gelmeyecek pek çok düş var bununla ilgili. Neyse ki bilim denen şey de konuya eğilmiş ve ince eleyip sık dokuyor. Artık çok iyi biliyoruz ki, herhangi bir batmış “kıta” yok dünya üzerinde. Böyle bir jeolojik oluşum yok, izi yok, hiçbir şey yok.
YA İSİMLERİ FARKLIYSA?
Ama batmış adalar var. Son zamanlarda bilim insanları “Acaba hangi batmış ada Atlantis diye adlandırılmış olabilir?” diye çalışıyorlar. Belki batmış adanın uygar insanları kendilerine Atlantisli demiyorlardı da başka şey diyorlardı, bilemiyoruz. Tıpkı Bizanslıların kendilerine hiçbir zaman Bizanslı dememiş oldukları gibi. Onlar kendilerine Romalı diyorlardı ve “Romalı” sözcüğü bizim dilimize, yine Arapça’nın etkisiyle Rum olarak geçmişti. Çünkü Roma’nın içinde “o” vardı ama Arapça’da “o” yoktu, “u”ya dönüşmüştü ve olmuştu Rum! “Diyar-ı Rum” denen Anadolu’ya bu isim Arapça konuşulan coğrafyada verilmişti, biz de onlardan alıp “Romalıların diyarı” anlamındaki bu tamlamayı kabul etmiştik. Tabii sonra işler iyice karıştı, Yunanlı anlamına gelmeye başladı Rum lafı, çünkü Anadolu’daki Romalılar Yunanca konuşuyordu. Bugün Kıbrıs Rum Kesimi dendiğinde, Kıbrıs’taki Romalıları değil, Yunan kökenlileri kast ediyoruz. Batı Anadolu’nun herhangi bir yerinde bulabileceğiniz bir Rum meyhanesi, aslında Romalı meyhanesi değil, Yunan kökenli bir vatandaşın işlettiği mekândır. İşte aynı böyle, Platon’un Atlantis diye isimlendirdiği adanın halkı, acaba bu ismi duymuş muydu? Bilmiyoruz. Zaten öyle bir ada olup olmadığını da bilmiyoruz ya…
Bermuda Şeytan Üçgeni.
BERMUDA ŞEYTAN ÜÇGENİ
Atlantis’e atfedilen yerlerden biri de bugün Bermuda Şeytan Üçgeni diye bilinen bölge. ABD’nin Florida’sıyla Porto Riko’yu birleştiren çizgi üçgenin alt kenarını; bu merkezlerden Bermuda Adası’na çıkan iki çizgi de diğer iki kenarını oluşturur ve haritadan da görebileceğiniz gibi üçgen oluşur. Kast edilen alan bu. Buralarda kaybolan gemiler, uçaklar vs. var. Sözüm ona Atlantis burada batmış, batınca denizin altında ülke kurmuşlar, orada yaşıyorlar ve arada bir çıkıp gemi falan kaçırıyorlar. Gemi neyse de, teknolojileri çok ileri olmalı ki, denizin dibinden çıkıp, 10 kilometre yüksekte uçan uçakları da kaçırmayı becerebiliyorlar. İnsana eğlence lazım. Sadece gerçeklerle yaşanmaz, hayal ürünlerine ihtiyacımız var elbette. Zaten hayal kurup kurduğu hayali bir ürüne dönüştürebilen, yani sanat yapabilen bir tek biz insanlarız. Bu çok güzel bir şey ve sanatsız yaşayamayız. Bunu deneyen toplumları görüyoruz, on yaşındaki çocuklar makineli tüfeklerle dolaşıyor oralarda. Sanatsız hayat olmuyor ya da çok berbat bir şey oluyor. Sorun, neyin gerçek neyin hayal ürünü bir eğlencelik olduğunu unutup, bütün uydurulanlara inananlar olmasında!
AKILLARI NEREDEYMİŞ?
Şimdi bu Atlantis, çok ileri bir uygarlıkmış. Buraya lafı uzatmamak için almadığım yerlerinde, Atlantislilerin bütün Akdeniz halklarıyla ticaret yaptıkları hatta onları yönettikleri falan da yazıyor. Yok oluş esnasında bazı kurtulanlar olduğu da biliniyor. Ama hayal gücü öyle bir yokuş aşağı kaptırıp gidiyor ki, onun verdiği zevkle kimse, “Yahu onca zaman birlikte ticaretleri olmuş, savaşları olmuş, kurtulanları da var, bir tanesinin aklına da gelmemiş mi nerede bu ada diye bir tarafa kaydetmek?” diye sormamış!
Bu da varsayımsal Mu haritasının modernize hali.
MU VE LEMURYA
Atlantis yetmiyormuş gibi bir de Mu ve Lemurya adlı iki kayıp kıtadan daha söz edilir literatürde. Mu’nun adı bile bir yanlışlığa dayanıyor. 19. yüzyılda bir rahip (Charles Ètienne Brasseur), bir Maya yazmasını deşifre etmeye çalışırken, 16. yüzyılda ortaya konmuş bir şifre çözme yöntemini kullanıyor ve çözemediği bir simgeyi “Mu” diye tercüme ediyor. Çok sonradan anlaşılıyor ki o simge mu falan değil, başka şey. Ama iş işten geçmiş bir kere. Mu lafı dünyayı sarmış çoktan! Bugün hâlâ var.
ORTAK TEZ: KAYIP BİLGİ!
Tüm bu batık kıta öykülerinin ortak bir tezi var: “İnsan çok eskiden çok daha bilgeydi. Çok daha üstün zihinsel yeteneklere sahipti. Ancak sahip olunan bu bilgi, ne yazık ki kıtayla birlikte sulara gömüldü. İnsanoğlu da her şeye sıfırdan başladı ve o seviyeye henüz gelemedik.” Başka deyişle kendi potansiyelimizi ve vicdanımızı yine çok uzak bir yere, artık var olmayan bir şeye bağlantılama, dayandırma çabamız çok eski hikâye.
Varsayımsal bir Atlantis haritası.
BÖYLE GİDERSE…
Demem o ki dostlar, bilim bugüne kadar batmış bir kıta bulamadı. Artık olmayan medeniyet ise kim bilir kaç tane. Geçmişi araştıralım, kaybolmuş ne varsa ortaya çıkartalım, bunlar hem önemli hem de heyecan verici şeyler. Ama bunu yaparken bugün Dünya’ya yaptıklarımızı yapmaktan da vazgeçelim. Eskinin bilgisini bilmem ama bugünkü bilgi ve teknolojiye ilave aşırı duyarsızlığımız devam ederse, yakında tüm Dünya bir Atlantis hikâyesine dönüşebilir. Bu hızla kirletmeyi, bu hızla savaşmayı, bu hızla silah üretmeyi, bu hızla katletmeyi sürdürecek olursak, varsa başka galaksilerin canlıları, biz dünyalılar için yeni bir Atlantis öyküsü uydurmak zorunda kalabilirler. Aman diyeyim vesselam.
BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ
MEĞER YAZ GELMİŞ
Geçen hafta yaptığım anons için özür dilerim. “Nihayet bahar geldi” yazmıştım, yanılmışım. Yaz gelmiş! Aslında yaz, bizzat gelmeden önce ortalığı kolaçan etsin diye önden baharı gönderirdi hep ama son zamanlarda buna pek gerek duymuyor anlaşılan, küt diye kendisi geliyor. Bir diyeceğimiz yok elbet. Hatta fena da olmadı. Çok iyi hatırlarsınız ki şunun şurasında daha birkaç gün önce kombiler yanıyordu, bir vesileyle kapattık ve iki gün sonra hava 30 dereceyi gördü. Yazlık giysilerimiz daha saklandıkları yerden çıkamamışlardı tam olarak, hazırlıksız yakalandık. Neyse ki yaza hazırlıksız yakalanmak, kışa yakalanmaktan daha kolay ve sorunsuz bir durum. Hatta çoğu zaman sevindirici. Neyse… Bugün ve yarın yine yaz. Rüzgâr ne yazık ki yelkencileri üzecek kadar az. Hava açık ve sıcak. Fakat Pazar günü yağış bekleniyor. Bu da elbette kısmen serinliğe yol açacak. Ardından, gelecek haftanın yeni gününe karayel de eşlik edecek ve yağış sürecek. Yani pazara kadar açıkhavada gezmek için ideal ama pazar günü belli ki evde geçecek. Keyifli günler dilerim. tayfuntimocin.com
Paylaş