Paylaş
Birkaç gün önce Tekirdağ sahilleri, kırmızı-turuncu bir arası renge boyandı. Denize kazanlar dolusu domates çorbası atılmış gibiydi. Arada sırada denizde benzer görüntülerle karşılaştığımızda hepimiz rahatsız oluruz, zira denizin mavi olması ve kalması gerektiğini düşünürüz. Ama bu düşünce doğru mu, yoksa arada böyle şeyler olması normal mi, bir anormallik varsa nedir, kötü bir şey mi olmaktadır?.. Kafamızda pek çok soruyla merak eder dururuz. Ta ki birileri açıklama yapana kadar. Yapılan açıklama rahatlatıcı mı, yoksa huzursuzluğumuzu arttıracak türden midir, orası da ayrı konu. Ama bir de açıklamayı yapanın kimliğine bakmak lazım. Tabii bakılabilirse! Ne demek istediğim birazdan ortaya çıkacak.
Tekirdağ sahillerindeki bu domates çorbası ortaya çıktıktan bir iki gün sonra gazete ve haber sitelerinde birbirinin aynısı olan bir açıklama çıktı. Belli ki kopyala-yapıştır yöntemi kullanılmış, açıklama her nereden yapılmışsa, olduğu gibi alınmış, bir başka bilene de sorulmamıştı. Açıklamaya göre paniğe kapılmaya gerek yoktu. Açıklamayı yapan kimdi peki? Orasını yazının daha da ilerleyen bölümlerinde tekrar soralım.
LEVENT ARTÜZ KİMDİR?
Fakat ben az sonra sözü, tanıdığım, bildiğim, gerçek bir uzmana, Hidrobiyolog Levent Artüz’e bırakacağım. Sayın Artüz, kısa adı MAREM olan Marmara Environmental Monitoring Project / Marmara Çevresel İzleme Projesi’nin lideri. 1954’te faaliyete geçen MAREM, bugün, Sevinç-Erdal İnönü Vakfı’nın kanatları altında yürütülmekte. Levent Artüz, gecesini gündüzüne katarak yıllardır Marmara’nın kirliliğine dikkat çekmek, bundan kurtulmak için alınabilecek önlemleri ilgililere sunmak için canla başla çalışan bir kadronun yöneticisi ve sözcüsü. Daha önce de bu sayfanın konuğu olmuştu. (bkz. : “Ergene’nin Karası Marmara’yı Karartmasın”, 29 Haziran 2018, https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/tayfun-timocin/ergenenin-karasi-marmarayi-karartmasin-40880958)
SÖZ ÖNCE GERÇEK UZMANDA
Şimdi sözü, bu değerli bilim insanına, Hidrobiyolog Levent Artüz’e bırakıyorum, sonra tekrar alacağım elbette:
“Konu her sene olduğu gibi bahar aylarında oluşan “Red-Tide” adı verilen ve denizin (özellikle Marmara Denizi’nin) bazı bölgelerinde rastlanan “domates çorbası gibi” renklenmesi.
Marmara Denizi’nde bazı bilimsel ve resmi çevrelerin, kirlenmenin günümüzdeki boyutlarını göz ardı ederek, devekuşu misali hâlâ başlarını kuma gömmelerine karşın, doğa atik davranarak, gündüzleri rengi ile ve geceleri de ışıltısı (yakamoz) ile alarm çanlarını çalmakta belki de bizlere son uyarılarını yapmaktadır.
Plankterlerin bu mevsimde oluşturdukları bu yığınsal çoğalmalar, kirlenmenin tipik gelişimlerinden birisini sergilemektedir. Kirlenmenin bu ikinci aşamasında, kirleticilerin etkisi ile ortadan kalkan türlerin yerini, bu kirleticilere direnç gösterebilen bazı seçilmiş türler, yığınsal üreme ile doldurmaktadırlar.
Bir ekosistemi ve örneğin, sıcaklık değişimleri veya burada geçerli olan oksijen yoğunluğu açılarından ele alacak olursak, bu faktörlerin sınırlarının dar olduğu canlı türleri üzerinde, oksijen içeriğinin herhangi bir şekilde sınırlar dışına çıkması ile (azalma veya yükselme), bu türler ya sınırlara uygun oksijen bulunan yörelere kaçacaklar veya oksijen azalması hızı ile orantılı olarak yok olacaklardır.”
BİRİLERİ BİTİNCE BİRİLERİ ÇOĞALIR
“Ortamdan kaybolan bu türlere regressif türler adı verilir.
Regresif türlerin ekosistemden kaybolması ile bunları sınırlayıcı ekolojik etken veya etkenlere karşı daha geniş sınırlara sahip türlerde göreceli bir çoğalma başlar. Bunlardan en fazla rastlananı, Marmara Denizi başta olmak üzere denizlerimizde gözlenen Red-Tide (Kırmızı su) olayıdır.
Bu olayı ve denizin geniş bölgelerinin kırmızıya boyanmasını sağlayan canlı, tek hücreli planktonik organizmalardan Noctiluca scintillans türüdür. Zaman zaman 1 litre suda yüz binleri bulan bu 1 mm. boyundaki canlılar, sudaki azotlu bileşiklerin yoğunlaşması ile denizlerimizde büyük bir artış gösterirler.
Bu gruba giren organizmalara Transgressif türler denmektedir. Ortamın kirlenmesinden, daha doğrusu o andaki kirlenme düzeyinin nitelik ve niceliğinden, azalma veya çoğalma yönünde etkilenmeyen ve yaşamlarını sürdürebilen türlere ise indifferent türler denir.
Kısaca “tür çeşitliliğinin azaldığı ortamlarda mevcut türlerin fert adetlerinde patlamalar” olarak nitelenebilecek anormal artışlar gözlenir. Bu yaşadığımız durumda da Marmara Denizi’nde kirlilik baskısı ile tür çeşitliliği gittikçe azalmakta ve bu Kırmızı Su olayında gözlendiği gibi bazı türler bunu avantaj olarak kullanarak bu oranlarda çoğalabilmektedir. Bu, kirlenmenin en belirgin endirekt (dolaylı) etkisidir.”
KANALİZASYON KAYNAKLI
“Ancak, basından izlediğimiz kadarı ile uzmanlar “İlkbahar ve yaz mevsiminde bütün doğada olduğu gibi denizde de uyanış başlar. Bazı canlılar bu uyanıştan nasibini alarak çoğalır. Plankton denilen biyolojik canlı, çoğalma sırasında kendi içerisinde patlama yaşar. Bu patlamaya bağlı olarak da planktonun türüne göre deniz turuncu, kahverengi, yeşil ve kırmızı renklerine boyanır” ve “Denizde yaşanan renk değişiminde korkuya ve telaşa mahal verecek bir durum söz konusu değildir. Bu canlı iki tane kamçısı olan tek hücreli bir biyolojik canlıdır. Dış görünüş olarak deniz anasına benzetilir ama deniz anasından farklıdır. Türkiye’nin tüm kıyılarında bulunur. Buna doğal bir ekolojik olay diyebiliriz. Bu geçici bir olaydır. Telaşa mahal verecek bir evsel, kentsel veya endüstriyel atıkların oluşturduğu kirlilik değildir” şeklinde açıklamalar yapmaktadırlar. (8 Mart 2020 tarihli çeşitli gazete ve internet haberleri)
Söz konusu olay Marmara Denizi’nde ilk olarak 1989 senesinde ilkbahar döneminde görülmüştür. Sanırım 50’li yaşlarda olanlar çocukluklarında bu ve benzer olayları hatırlamayacaklardır.
Bu olaya ilk ortaya çıkışı ise, İstanbul Kanalizasyon Projesi Revizyonu kapsamında İstanbul Kenti’nin atıksularının arıtılmaksızın, Akdeniz kökenli alt akıntının bu pislikleri Karadeniz’e taşıyacağı varsayımından yola çıkılarak, Derin Deniz Deşarjı yolu ile Marmara Denizi’ne basılmasının sonucu olarak gelişmiştir. Bugün itibarı ile bu olayın normal olarak karşılanmasını veya normal karşılanması gerektiğinin dayatılmasını esefle kınadığımı belirtmek isterim. Yanlış uygulamalar sonucunda bugünkü haline getirilen Marmara Denizi ne yazıktır ki son çırpınış sinyallerini vermektedir.
Açıkça belirtmek isterim ki, günümüzde gerçek sorun, zamanında İstanbul Metropolü’nün kanserleşmiş atık ve kanalizasyon sorununa çare bulunup bulunmamış olması veya böyle bir girişime körü körüne karşı çıkılıp çıkılmamış olması değil, milyarlarca dolarlık iç ve dış kaynaklı finansmanı kullanmış olan böyle bir projenin soruna gerçekçi bir çözüm getirip getirememiş olduğu konusunda düğümlenmektedir. Kanımca sorgulanması gereken budur.”
PEKİ YA YAKAMOZ
Noctiluca scintillans adı verilen plankton
Deniz biyoloğu Levent Bey’in büyük incelikle bana yolladığı bu metni okuyunca aklıma birden bizim yakamozlar geldi. Okuduğum pek çok eski edebi eserde, ki yazıldıkları dönemde hiçbir sanayi, kirlilik vs. olmayan metinlerdi bunlar, yakamozdan söz edilmekteydi. Yani asırlar öncenin yakamozları da mı kirliliktendi? Bu soruyu hemen Levent Bey’e gönderdim ve sağ olsun yanıtlamakta gecikmedi:
“Yakamoz hep vardı. Ancak burada mesele bir canlının fırsat bulup kütlesel çoğalması. Bu yakamozda da olabilir, diğer başka bir canlıda da. Bu fırsatı veren etken kirlenme dolayısı ile tür çeşitliliğinin erozyona uğraması. Tür çeşitliliği azaldığında mevcut türlerin fert adetlerinde artış olur, bu da kirlenmenin 2’nci evresini tanımlar.
Bu arada;
1’inci evre: Ortama kirletici girdiğinde dayanan, tolerans gösteren canlılar kalır, tolerans gösteremeyen canlılar ya ölür ya da ortamı terk eder.
2’nci evre: Ortamda tür çeşitliliği azalır, mevcut türlerin fert adetlerinde artış olur.
3’üncü evre: Ortama hiç önemsenmeyecek kadar az bir kirletici katkısı bile, ortamı biyotik (canlı) ortamdan, abiyotik (cansız) ortama çevirmeye yeterli olur. Yani bardağı taşıracak son damladır.”
Yani, azı karar, çoğu zarar bunların da. Bardağın, geri döndürülemeyecek şekilde taşmasına da çok az kalmış vesselam!
HABER METNİ YAZMA ETİĞİ
Sayın Artüz’ün yazısını okurken, elbette bahsettiği haberlere göz attım. Hani şu, “Merak edecek bir şey yok, normal bunlar” diyen haberlere. Bütün haberlerde, olayın normal olduğunu, paniğe kapılacak bir şey olmadığını açıklayanlar “uzmanlar” adıyla verilmiş. Kim bu uzmanlar, uzmanlık alanları nedir, uzmanlıkları nereden gelir hiçbir bilgi yok. Sadece “uzmanlar”. Hayır, belki gerçekten de uzmandırlar ama neden bu haberleri yapanlar, böyle bir anonimliğe gereksinim duymuşlar, anlamak güç. Yıllarca haber editörlüğü yapmış biri olarak bunu anormal karşılıyorum. Zira belirli fikirleri, “Uzmanlar da böyle diyor zaten” gibi vermek mümkündür ama, söz konusu haberlerde tırnak açıp bu isimsiz uzmanları ciddi ciddi konuşturmuşlar, bunu yapmak etik değil. Yani birkaç kişi (uzman+lar) oturup bir deklarasyon mu kaleme almışlar? Eğer öyleyse neden isimlerini saklıyorlar? Ya da haberi kaleme alan kişiler mi uzmanların ismini yazmayı unutmuş? Bu sayfada da gördüğünüz gibi bir yazar, görüş aldığı uzman(lar)ın adını, uzmanlığını, kurumunu falan da okura bildirir. Hatta yazar, bir uzmandan görüş aldığı için gurur duyar. Çünkü bu, yazdıklarını, bir tarafından uydurmadığının kanıtıdır. Eğer yazıda, görüş bildirenler hakkında bilgi yoksa, insanın aklına şüphe düşer. Okuyucuyu şüpheye düşürmeye de kimsenin hakkı yoktur. Bu da 30 yılı aşkın süredir yazan biri olarak genç arkadaşlara önerim olsun.
NOT: MAREM’i, marem.org internet sitesinden takip edebilirsiniz, hatta etseniz ne güzel olur.
BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ
PAZARA KADAR...
Evet pazara kadar gezebilir, mis gibi havada moral ve enerji depolayabiliriz. Rüzgâr kuzeyli yönlerden ve hafif, hava sıcaklığı da son derece mutluluk verici. Lakin pazar Balkanların kuzeyindeki yüksek basınç sistemi ile Anadolu üzerindeki alçak basınç sistemi, tam da Marmara’nın üzerinde hesaplaşmaya girecek ve çok kuvvetli bir poyraz, ona eşlik eden yağışla hem bizi ıslatacak hem de havayı soğutacak. Öyle ki yükseklere yine kar düşebilir. Ama paniğe gerek yok. Sonuçta Mart’tayız, ne kadar rahatsız edebilir ki? Kalın sağlıcakla.
Paylaş