Paylaş
Babil'in İştar Kapısı. Nebukadnezar zamanında güzelleştirildi. Berlin Müzesi.
Zaman zaman nahoş şekilde gündeme gelen/getirilen, oysa medenî bir yaşamın olmazsa olmazı olan laiklik, tarif edilmesi gereken veya anlaşılması zor bir şey değil. Hiç değil. Sadece birkaç satır okumak gerek. Laiklik neden “din” ile ilgilidir ve neden dinle ilgili olmasına rağmen din düşmanı veya din dostu değildir, onu kısaca anlatmak isterim.
Birkaç kez yazıldı bu sayfada ama lazım olduğunda tekrarlamak ve hatırlamak yararlı bir tutum. Yeryüzünde inanç denen şey, insanın en ilkel zamanlarında ortaya çıktı. Parçası olduğu doğanın başının altından çıkan hiçbir şeye anlam veremiyor, her şeyden çok korkuyordu. Güneş batar, hava kararır, insan korkar; yağmur yağar şimşek çakar, korkar; yıldırım düşer, çok korkar; gök gürülder, o da ne, muazzam korkar; deprem olur, feci korkar; sel alır, boğularak ölmezse korkudan ölür; göktaşı düşer, korkar; yapraklar sararır, korkar; kar yağar, korkudan daha çok üşür… Doğanın her şeyinden korkar, çünkü neyin neden olduğunu bilmez. Nereden bilsin? Bizim evdeki kedi de hayatının ilk depreminde feci korkmuştu, gök gürültüsünden ve şimşekten halen korkmakta. İnsan ve hatta tüm canlılar, bilmediklerinden korkar. (Yedi kat ellerin bile kendisinden daha güzel bir hayat sürmesinden dahi korkup, uzak diyarları bombalayan terörist örgütlerinki de aynı korkudur. Bilmediği güzellikten bile korkar insan. Her şiddet, her zorbalık, her despotizm korku kaynaklıdır.)
“TANRI” HOLİVUT DEĞİL TÜRK SÖZCÜĞÜDÜR
Ne tapınaklar yaptı insan ve halen yapmakta. Foto Sk - Unsplash
Sonra insan neden aramaya başladı. Nedendi o şimşek, nedendi, gök gürültüsü, nedendi deprem? Düşünmeye başladı. Madem gökteki gürlemeler, ışık ve ateş patlamaları kendisinden kaynaklanmıyordu, o halde başka bir güç onları yapıyor olmalıydı. Doğaüstü güçlere böyle inanmaya başladı insan. Gökyüzünde olan bitene bir isim verdi, yerde olanlara başka, denizde olanlara başka, rüzgârda hışırdayan ağaçlara başka… En korktuğu hep gökyüzü oldu. Bu güçlere, her kültür kendine göre bir isim verdi ama kavramsal olarak “tanrı” idi bunlar. “Tanrı” sözcüğünü Türklere yakıştıramayanlar, bu sözcüğün kökeni olan “tengri”nin, Türkçe-Moğolcanın en eski ortak sözcüklerinden biri olduğunu bilmiyorlar muhtemelen. Türklerin en büyük tapınçlarının “gök tengri”ye olması tesadüf değil.
TANRIYLA KONUŞ, ÜLKEYİ YÖNET
Bir Poseidon tapınağı. Denizlerin sakin olması gerek çünkü. Foto Cristina Gottardi - Unsplash
İnsanlar kabile düzeninde yaşarken, en korktukları doğa unsurlarını da hazır “tanrı” kabul etmişken, hayatlarındaki en önemli şey, o tanrılarla kendi aralarının iyi olmasını sağlayabilmekti. Fakat bunun için tanrılarla iletişim kurabilmek gerekiyordu ve bu da herkesin yapabileceği bir şey değildi. Çok özel insanlar tanrılarla iletişim kurabiliyordu ve bu özel insanlar aynı zamanda kabilenin lideri/reisi konumunda idi. Bakın burası çok önemli: Tanrılarla iletişim kurmak=liderlik. Bu denklem, tamamen samimi ve iyi niyetli olarak başladı muhtemelen ama tarih gösteriyor ki, hiç de öyle iyi niyetli devam etmedi.
Tarih bize, bir yöneticiyi/kralı öldürüp/derdest edip onun yerine geçen ve bunu da “Falanca tanrı rüyama girip böyle yapmamı istedi. Belli ki ondan memnun değildi, beni istedi” gibi kurgusal laflara dayandıran pek çok yöneticiyi de göstermiştir. Tarihin binlerce rahip-kralı, işte böyle ortaya çıkmıştır. Örneğin Babil Kralı Nebukadnezzar zamanından kalma pek çok yazıt, Yaratılış Destanı Enuma Eliş’te anlatılan baştanrı Marduk ile Kralı ilişkilendirir ve onların tek varlık gibi hareket ettiklerinden dem vurur! Assurlular da fetihlerinde hep tanrıların buyruklarını takip ettiklerini yazarlar. Oysa Assurlular, emperyalizmin kadim kalesidirler ve tahrip ederek yayılmak ayıp olmasın diye ona tanrısal bir boyut katmaya çalışmaktadırlar sadece! Her türlü eylemi, tanrısal buyrukla meşrulaştırmak, her dönemde işe yarar.
KÂHİN-PEYGAMBER-HABERCİ
Tanrılarla iletişim kuran özel kişiler şaman, rahip gibi isimler aldılar. Bunlar, tanrılarla konuştuktan sonra hem onlar adına konuşan hem de gelecekte olacakları önceden söyleyebilen kişilerdi aynı zamanda. Yani bizim kehanet dediğimiz şeyi yaparlardı. Kehanet, kâhinin işidir diyebiliriz ama Haziran 2020’deki bir yazımdan bir bölüm alıntılarsak, sözcükler ve kavramlar biraz daha netleşir sanırım:
“Sözlüğü açıp bakalım, “kâhin” sözcüğünün İngilizcesi “prophet”tir. Prophet, pek çok sözcük gibi batı dillerine Yunancadan girmiştir. Pro + phanai sözcüklerinin birleşmesinden oluşur. Pro, “önde, önünde” anlamındayken, “phanai” kökü, konuşmaktır sadece. Yani, “tanrıların önünde, onlar adına konuşan” gibi bir anlamı oluyor kısaca.
Prophet, sadece “kâhin”in değil, “peygamber”in de İngilizcesidir aynı zamanda. (Batı dillerinde genel olarak aynı sözcüktür. İsyanyolcası da profeta mesela.) Akla bir anda, “Nasıl olur kardeşim? Nasıl olur da kâhinle peygamberi aynı kefeye koyarlar?” diye tepkisel bir düşünce geliyor olabilir. Burada sözcüğün ortaya çıkışını ve kökenini değerlendiriyoruz, okuyunca göreceğiz. Şöyle ki…
Kâhinin İbranicesi “nabj”. Biliyorsunuz (daha önce konuşmuştuk bu sayfada) İbranice, Mezopotamya’nın, Sümerce’den sonra gelen ve çoğu ortak kökten olan semitik dillerdendir, yani Samilere ait bir dildir. Arapça ile kardeştir yani. Nabj ise Arapçada “al-nabiy”dir. Yani bizim kulağımız alışık olduğu haliyle “nebî”. Peki “peygamber” sözcüğü nereden? Farsça’dan efendim. Farsça, Hint-Avrupa dil ailesindendir, Hintçeyle çok yakındır. Farsça “paygâm”, haber ve mesaj anlamlarına geliyor. “Bâr” ise “ileten, taşıyan, nakleden, saçan” anlamına gelen bir son ek.” (Yazının tamamı için: https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/tayfun-timocin/kahinler-ve-peygamberler-41534403)
ESKİ BİR GELENEKTİR BU
Tıpkı Babil Kralı Nebukadnezzar gibi, Mısır’ın kralı olan firavunlar da kendilerini kimi tanrılarla eşleştirdikleri için, bugün yanlış olarak “kendilerini tanrı yerine koyuyorlardı” diye bilinirler. Oysa kendilerini tanrı yerine koymuyorlar, soylarına tanrısal boyut katıyorlardı. (Gaza gelip kendisini bir şey zannedenler de çok olmuştur tabii.)
Ufak tefek değişikliklerle binlerce yıl sürdü bu âdet. Bu bir gelenektir. Kanuni Sultan Süleyman, Fransa Kralı’na gönderdiği mektupta şöyle demiyor muydu: “Ben ki sultânü’s-selâtîn ve burhânü’l-havâkîn tâc-bahş-ı hüsrevân-ı rû-yi zemîn zıllullâhi fî’l-arzîn...” Türkçesiyle: “Ben ki sultanların sultanı, hakanların başı, krallara tac giydiren, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi…” “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi…” Bu sözün üzerine “aslında şöyle demektir o, böyle demek istenmiştir” gibi pek çok tartışma yapılır, yapılmaktadır ama sonuçta somut olan, binlerce yıllık bir geleneğin (hem de Ortadoğu geleneğinin) devam etmiş olmasıdır.
DENİZDEN GELEN DÜŞÜNCELER
Kadın firavun Hatşepsut'un mezarı, inanç sisteminin insan eliyle kazandığı görkemini de yansıtıyor. Foto Jeremy Bezanger - Unsplash
İşte bu sistem, Sümer-Assur-Babil-Akkad-Fenike zinciriyle Ortadoğu’dan Akdeniz’e, en çok da denizciler vasıtasıyla yayıldı. Ufak tefek farklılıklarla benzerlerini Helen kültüründe de görürüz. Uzatmayalım. Çok yakın zamanlara kadar, egemenlik, tanrısallığa dayandırıldı. Ortaçağ boyunca kilise ile krallıkların arasındaki mücadele hep bundandı. Kilise, Tanrı’nın sözcüsü olduğu için krallardan daha fazla söz sahibiydi, Papa’dan onay alınmadan iş görülmezdi. Fakat krallar zamanla bundan hoşlanmamaya başladılar, güç çatışmaları ortaya çıktı. Kiliseden bağımsız hareket etmeye çalışan krallar ve devletler, bağımlı hareket edenler ve kiliseden başka bilgi kaynağı tanımayan geniş ve cahil halk kitlelerince ayıplandılar. Bağımsızlara “seküler” dediler ve bu, bir hakaret gibi algılandı. Seküler, bugün bizim “laik” dediğimiz şeydi. Yani bugün “laik” olduğunu söyleyen insanların tu-kaka ilan edilmesi, bir Ortaçağ Avrupa geleneğidir!
VE GÜN GELDİ…
Gelin görün ki, laik krallar da iktidarlarını babadan-oğula geçiriyorlardı, bir soy (hanedan) egemenliği söz konusu hale gelmişti; bir kral çok akıllı ve iyiyken, oğlu zalimin teki çıkabiliyordu, bu nedenle halk, bu anlamsız otorite gerekçesinden de bıktı. Gün geldi, diyelim Fransız Devrimi dolaylarında, (ki kıpırdanmaları çok önce başlamıştı) halk şöyle söyledi: “Hay sizin iktidar gerekçelerinize! Yetti gari! Ne Tanrı, ne soyunuz size iktidar hakkı verir. Bizi kimin yöneteceğine biz karar veririz! Size yetkiyi sadece biz veririz. Çalışıyor, kazanıyor ve size veriyoruz ki ülkeye hizmet edin. Sizse keyif çatıyorsunuz! İnin aşağı. Bundan sonra bizden yetki almayan, otorite sahibi olmayacak!”
Laiklik budur. Otorite, yönetilen tarafından yönetene verilir. Tanrıdan ya da kandan falan gelmez. Bu nedenle yöneten, tüm yönettiği insanlara karşı sorumludur, yönetilenlere hesap verir. Nasıl ki lokantada önümüze hesap geldiği zaman, Devekuşu Kabare’nin bir oyununda olduğu gibi, “Ben yalnız ahirette hesap veririm…” diyemiyor, çıkartıp paşa paşa parayı veriyorsak, otorite için de durum böyledir. Tanım böyle olunca, laiklik karşıtı kesimlerin (kula kulluk etmeyi özlüyorlar sanki) gerekçeleri de kendiliğinden ortaya çıkıyor tabii. Demem o ki, insan gibi yaşamaktır laiklik. Başka tanıma ne hacet?
BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ
ISLAKÇA VE SERİNCE
Hafta sonu boyunca güçlü poyraz cuma ve cumartesi günleri epey canlı, 20 milin üzerinde. Pazara biraz hafifler. Fakat işi ıslatan, Marmara’nın, özellikle de doğusunun üzerindeki yağmur bulutu kümeleri. Islanacağız gibi görünüyor. Poyraz da güçlü olunca, 20 derecelerdeki hava, biraz üşütebilir, yavaş yavaş montları ortaya çıkarmak gerekir sanırım.
Paylaş