Paylaş
Haçlı dönemine ait bir gemi
Geçen hafta “Bu Haçlılar Neden Sefer Etti?” başlıklı yazımın sonuna doğru söz vermiştim Haçlı Seferlerinin Avrupa’ya olan katkılarını anlatmaya, sözümü tutuyorum. Diyebilirsiniz ki, “Taktın mı kafayı kardeşim sen Haçlılara?” Bazı olaylar, tarihin bazı dönemleri, insanlığı şekillendirirler. Mesela şu aralar yaşadığımız koronavirüs günleri. Birşeyler değişiyor ve tam olarak neyin nasıl değiştiğini, belki çok sonra, tam ve net olarak görebileceğiz. İşte Haçlı Seferleri dönemi de böyle bir dönem ve kafa takılmayacak gibi değil.Peki neden “Avrupa’ya katkıları” dedim? Doğrusu Doğu’ya pek bir katkısı olmamış. Uğraşılsa bulunur tabii ama asıl katkıyı Avrupa almış zira kalkıp Doğu’ya geldiklerinde, ne doğru düzgün bir bilgi birikimleri vardı, ne de ufak tefek detaylara dair ince zevkleri. Batı’nın Doğu’dan aldıklarını görünce siz de hak vereceksiniz bana.
İLLE DE LİLA
Lila ya da leylak. Foto Sinziana Susa
Hoş bir örnekle başlayalım sohbete. Mesela bugün dilimizde “lila” diye bir renk var. Nedir o renk diye sorunca mor, açık mor, koyu pembe gibi yanıtlar alıyoruz. İyi ama “lila” ne? Tıpkı fuşya gibi. Hayır rengi tamam da, fuşyanın kendisi nedir? Fuşya isimli bir kelebek mi var, bir balık mı, bir böcek mi acaba? Fuşya da bir çiçeğin adı. Kırmızı-mor arası bir renge sahip. Lila ise bizim bildiğimiz “leylak”tan başka bir şey değil. Arapçası “lîlak”, Farsçası “nîlak”. Haçlı seferleri için gelen Avrupalılar (ki önemli bir kısmı Fransız’dı) görmüşler bu çiçeği, demek yokmuş Batıda o zamanlar, yazılışını da aynen almışlar, “lilac” yazmışlar ama Fransızca harf savurganı dildir, her yazılanı okumaz, sonunda “c” ile yazılan “k” sesini çıkarmamışlar ve “lila” diye okumuşlar. Sonra, bizim kaç bin yıllık leylak isimli çiçeğimizin rengini, onlardan sanki başka bir şeymiş gibi alıp “lila” demişiz! İşte size bir Haçlı seferi öyküsü! Devam edelim mi?
KIRMIZ BÖCEĞİNDEN İNGİLİZCEYE
Fuşyayı konuşurken “böcek mi acaba” dedik ya. Belki, “böcekle rengin ilişkisi olabilir mi?” diye soran olur. Söyleyeyim: Olur. Bizim kırmızı dediğimiz renk, ismini bir böcekten alır. Kırmız böceği. Kırmız denilen bir tür meşenin üzerinde yaşayan bir tür bitmiş kendisi ve belirli bir işlemden geçirince kırmızı rengini veriyormuş bu böcekler. Böceğin İngilizcesi de bir ilginç: Kermes! İşte bizim (ve Arapçaya ait) bu kırmızı, sefer etmeye gelen Haçlılar tarafından alınıp götürülen laflardan biri. Bugün İngilizce hazırlanmış kimi kataloglarda, mesela kumaş bakarken, “crimson red” diye bir şey görebilirsiniz. Crimson kırmızısı demek. Onu yazan da bilmiyor belli ki çünkü o “crimson” lafı, Doğu’nun kırmızısından başka bir şey değil.
GEMİLER GELİŞİNCE…
1499’daki bir savaşı resmeden tablo. Artık gemiler büyük ve dümenleri kıçta.
Kolomb’un Santa Maria’sının replikası. Fındık kabuğundan hallice.
İki tane rengin adını götürdüler diye Avrupa bundan ne fayda sağlamış olabilir? Elbette fayda değil bunlar, ama zenginliktir. Baksanıza, kim bilir kaç asırdır dilimizde olan leylağı bize lila diye pazarlayabildiklerine göre, hiç de küçümsenecek bir durum yok ortada. Ama elbette hepsi bu değil. Asıl fayda denebilecek kısmına daha yeni geliyoruz. Denizcilik teknolojisi belirli bir aşamaya gelmiş, çok uzun süredir kıyı seyrine el verir seviyede ilerlemiş olsa da, bugün anladığımız halinden hayli uzaktı. Gemiler küçüktü, dümenleri bugünkü gibi kıçta değil sağ arka yandaydı ve pek de güvenli değillerdi. Okyanuslara açılmaya da pek elverişli değillerdi. Akdeniz’de zaten var olan ticaret ağı, Haçlı seferleri ile öyle bir seviyeye geldi ki, eldeki gemiler yetmemeye başladı. Seferler için atlar taşınıyordu, at yokken mallar istifleniyordu ambarlara… Bu ve çok daha fazla gereksinim, teknelerin büyütülmesini, daha karınlı hale getirilmesini lüzumlu kıldı. Tekneler genişletildi ama bu sefer de, yan tarafta olan kürek-dümen, bu koca karınlı tekneleri kontrol edemedi. İşte bundan sonradır ki kıça ve tam ortaya takılan dümenler icat olundu. Çünkü gemiyi başka türlü yönlendirmenin pek olanağı kalmamıştı. Bunu, elbette Akdeniz’in ve denizciliğin patronu olan Venedik, Cenova, Pisa ve Amalfi denizcilerinden birileri akıl etti ama ilk kim yaptı bilmiyoruz. Muhtemelen eşzamanlı gelişti aynı anda farklı bir iki noktada. Ve Müslüman denizcilerin zaten bildikleri ve kullandıkları pusula! Çin’den gelen bu icat, Haçlı seferleri ile Batıya geçti ve onu ilk kullanan Batılılar olan İtalyan denizciler, ismini koydular: Bossola! Eh gemilerin karınları genişleyip dümenleri kıça gelince ve bir de üstüne pusula yol gösterince, Akdeniz’in ticareti coştu coştu.
TARİKAT BANKASI, BANKA TARİKATI
Gelişen bu ticarete bağlı olarak bankacılık hizmetleri de devreye girdi. İlk bankalar “tarikat bankalarıydı”. Evet tarikat. Tapınak Şövalyeleri, Töton Şövalyeleri, Hospitalier Tarikatı idi bunlar. Öyle bir sistem geliştirildi ki, mesela Cenova’da gemiye atlayıp Kudüs’ün limanı Yafa’ya mı gelmek istiyor Haçlı? Elindeki toplu parasını, yolda başına gelebilecek olası şeylere karşı, Hospitalier (Hastaneci) Tarikatı’na yatırıyor, karşılığında bir belge alıyordu, sonra da Kudüs’e varınca, Tarikat’ın oradaki merkezine elindeki belgeyi gösterip parasını çekiyordu. “Banka” sözcüğü, Germanik dillerden gelir ve anlamı “masa”dır. Para yatırılan kişi masa yani “bank” başında oturduğu için bu ismi almıştır. Oturana da banker derler. Yani para yatırılan masa bank, kişi banker, sistem de banka.
TIBBIN İLERİSİ
Gerçi İspanya’daki Endülüs, Avrupa’ya katkı vermeye hazırdı ama o sıralarda Avrupalılar, İspanya’daki Müslüman ve Yahudilerden kurtulmaya çalıştıkları için pek bir şey almaya fırsat bulamadı. Tıp bilgisi, Haçlı seferlerinden sonra Batı’da işe yarar hale geldi. Haçlılar, Kutsal Topraklar’a geldiklerinde tıbbı halen balta ve bıçaktan ibaret sayıyorlardı. Usâme bin Munkiz (1095 – 1188) anılarını kaleme almış Müslüman bir yazar ve bilim insanıdır. Haçlıların yaptıklarına dair anıları insanın kanını dondurur. Benimki dondu, sizinki de donmasın diye buraya almıyorum. Satranç da, başka pek çok şey gibi bu devirde Batıya gidenler arasında. Tıpkı Binbir Gece Masalları (Elf leyle ve leyle: bin gece ve gece), Yedi Uyuyanlar anlatısı, telli ve vurmalı enstrüman çeşitleri, kumaşlar, vitray sanatı, daha uzaktan gelmiş seramik, porselen vb. eşyalar…
EN ÖNEMLİSİ BU BELKİ DE
Rönesans’ın başkenti denebilir Floransa’ya.
Ama bir unsur var ki, yeri hepsinden ayrı. Efendim, daha önce sözünü etmiştik, geçen hafta da değinmiştik. Topu topu 2 asır süren Haçlı döneminin sonuna doğru, Batının attığı en korkunç adımlardan biri, Dördüncü Haçlı Seferi denen tuhaf ve vahşi hareketti. 1204 yılındaki bu saldırı, doğrudan İstanbul’u hedef almıştı ve ipler Venedik’in elindeydi. İstanbul mahvoldu ama Venedik ve İtalya ihya! Çünkü, Haçlılar İstanbul’a aç kurtlar gibi saldırınca, o dönem dünyasının bilim ve sanat merkezi olan İstanbul’un bilim ve kültür insanları yani âlimleri, kaçacak yer aradılar. Ve onlara kucak açan, talihin enteresan bir cilvesi olarak, onların kaçmasına sebep olan hareketin elebaşı olan İtalya oldu. Kültür, sanat, mimari ve bilimdeki bilgi birikimi, Müslümanların yaptıkları çevirilere ilave olarak, doğrudan Yunanca konuşan ve Helen kültürünün yaşayan temsilcileri olan bu âlimler eliyle İtalya’da yeşerdi. İtalya’da yeşeren bu yeni düşünce-fikir akımı hümanizm, ardından gelen yenilenmeye de Rönesans denildi. Rönesans’ı, İstanbul’un Türkler tarafından fethinden sonraya oturtmaya çalışanların kafasında bir İstanbul kalmış ama ne yazık ki tarihler oturmaz. Leonardo’nun doğum yılı 1452’dir mesela, ve hiçbir fikir bir gecede yayılmaz. İstanbul fethedildiğinde Rönesans çoktan doludizgin yol alıyordu bile. Evet İstanbul’la bir ilgisi var ama o değil. Ünlü tarihçi Steven Runciman, Haçlı Seferleri’ni anlattığı üç ciltlik kitabının Rönesans bölümünde şöyle der: “İtalyan Rönesansı insanlığın gururudur. Ama yarattıkları Doğu Hıristiyanlığını mahva sürüklemeden gerçekleştirebilmiş olsaydı daha iyi olurdu.” (Runciman, TTK, Ç.: Prof.Dr. F. Işıltan, 4. Baskı, 2019, III-402)
FELAKETSİZ ZAFERLER
Velhasıl, işin kutsal hedefler tarafı fiyasko olsa da, Haçlı seferleri sırasında Batı’nın kazandıkları, buraya yazmakla bitecek gibi değil. Sanırım en önemlilerini sıralamayı başardık ama. Haçlı seferleri öncesinde Batı, hemen her konuda Doğunun gerisindeydi. Lakin akıllı davrandılar, aldıkları her şeye sahip çıktılar ve geliştirdiler. Sonra da Doğuyu sollayıp geçtiler. Haçlı seferlerinden önceki Avrupa ile sonraki Avrupa, asla aynı yer olmadı. İşte böyle efendim. Haçlı seferleri olmasaydı belki Kristof Kolomb Amerika’yı keşfedemeyecek ya da belki Fatih İstanbul’u fethedemeyecekti, kim bilir. Birinin felaketi, diğerinin zaferine dönüşüp durmuş tarih içinde. Artık tüm zaferleri felaketsiz elde edebilmek umuduyla…
BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ
BU SEFER DE BAHAR ISRARCI
Yakın zamana kadar kış bir türlü gitmemiş, bize bahar aylarında kombileri yaktırmıştı. Neyse ki bahar gelmişti de sevinmiştik. Hatta kimimiz ayağını suya bile sokmuştu. Birşeyler ters gitti havada. Bahar gitmekten, yerine yazı getirmekten vazgeçti. Biz, “Lütfen git kardeşim, yaz gelsin, hava ısınsın da koronanın yayılma hızı düşsün. Git be artık!” dedikçe mi inat etti nedir, kaldı. Bu hafta sonu da bulutlu ve zaman zaman yağışlı günler bekliyor bizi. Haftaya da yağışlardan kurtulurmuşuz gibi durmuyor tam olarak. Gerçi yağışın zararı yok, barajlarımız dolsun, eğer zamanıysa, bilmiyorum, tarım arazileri sulansın. Ama soğumasın artık, hepimizin isteği bu sanırım. Eh, pazara doğru ısınıyoruz biraz daha. Rüzgâr, güney yönlerden çok hafif. Kalın sağlıcakla.
Paylaş