EY RUH!

Yaşayanla yaşamayan arasındaki en belirgin fark, nefes alıp almamaksa, bizi yaşar kılan şey şey de ruhsa, acaba ruh, nefes mi?

Haberin Devamı

EY RUH

Ruhun fotoğrafı çekilse neye benzerdi acaba. Foto Ahmad Odeh - Unsplash

Gelin bir anlığına en ilkel insanı düşünelim lütfen. Biliyorum bunu arada sırada yapıyoruz, gerçekten zevkli oluyor çünkü kendi atalarımızın ne hissettiklerini anlamamıza yardım eden bir yöntem bu. Şöyle düşünebiliriz: Hiçbir şey hakkında gerçekten bir bilgimiz yok. Tek motivasyonumuz hayatta kalmak, içgüdüsel olarak karnımızı doyurmak, içgüdüsel olarak çoğalmak ve içgüdüsel olarak barınmak. Yaşamaya dair temel unsurlara odaklanmışız kısacası. (Artık “sadece hayatta kalmak”la “yaşamak” arasında bir fark olduğunu biliyoruz tabii.) Tek rehberimiz var, o da doğa. Bir tek onu biliyoruz ama henüz onun bir parçası mıyız, düşmanı mıyız, dostu muyuz, kulu muyuz, nesiyiz bilmiyoruz o dönem.

Haberin Devamı

NEFES YOKSA CAN VAR MI?

EY RUH

Nefesin fotoğrafı da zor oluyor. Foto Nine Koepfer - Unsplash

Mağaramızda yaşarken, tanıdığımız, mağara halkından (hane halkı gibi) biri ölüveriyor. O ilkel zihin, ölene bakıyor, her şeyi tam, bizden bir farkı yok gibi. Tek fark var, nefes almıyor. Tabii o zamanlar ne kalbin farkındayız, ne dolaşım sisteminin, ne başka şeylerin… Ama bugün de geçerli olan bir algı bu elbette, yaşayanla yaşamayan arasındaki en belirgin tek fark, biri nefes alıyor, diğeri almıyor!
Bu durumda yaşamak, doğrudan “nefes”le özdeş hale geliyor zihnimizde. Bizi yaşatan her ne ise doğrudan nefesle bağlantılı olarak düşünülüyor. İlkel atamız diyor ki kendi kendine, “Nefes gidince, beden ölür!” Ve biz sırf bu yüzden, aradan geçen binlerce yıla rağmen hâlâ hapşırdığımızda birbirimize “çok yaşa!” diyoruz, bize yaşam veren nefesin o hızla bir daha geri dönmemek üzere bedenimizi terk etmesinden endişe ederek!

MISIR’DAN DÜNYAYA…

Hayat nefesle bu kadar bağlantılı olarak düşünülünce, doğal olarak nefes, hayat haline gelmiş tüm kültürlerde. Mısırlılar, ki bu konuda birkaç hafta önce konuşmuştuk, ahirete inanırlardı ve ruhun yargılandığından hiç kuşkuları yoktu. Mısır’da çok uzun zaman geçiren İbraniler oradan ayrılırken, pek çok Mısır inancını da beraberlerinde götürdüler Filistin’e. O sırada bütün Filistin, bugünkü Lübnan, İsrail, Ürdün, Suriye yani hemen bütün Yakındoğu, çok tanrılı idi, başka tanrılara tapılıyordu. İbranilerde de geçiş kolay olmadı, Eski Ahit’in (Tevrat) epey ileri kitaplarında bile “Bırakın artık şu eski mekruh ilahları” gibi uyarılar vardır. Toplumlar kolay değişmezler çünkü. Neyse… İbraniler, Mısır’da “ka” adı verilen ruha olan inancı da beraberlerinde götürüp adına “ruha” dediler. Burada “h” gırtlaktan okunuyor. İbranicenin Semitik akrabası Arapça da bu sözcüğü aynen aldı ve oradan dilimize geldi. Fakat İbranicede de Arapçada da ruh, başka bir asıl anlamı olan sözcük. Nefes, soluk, rüzgâr. Esinti anlamına geliyor. İkincil bir anlamı da güzel koku. “Rayiha” orada gelir mesela. Yine Arapça “rahat” da buradan gelir dilimize. Rahatlamak, yani şöyle bir soluklanmak, nefeslenmek, dinlenmek demektir. Yürüyüp yürüyüp, “Dur bir soluklanalım” deriz ya, rahatlamak işte o.

Haberin Devamı

NASIL RUH GİBİ?

Ruh, doğrudan yaşamla, canlılıkla ilgiliyken ve dilimizde pek zengin söylenişlerle taçlandırılırken, neden aksi bir anlam da araya karışmış, anlamak güç. Mesela, Mustafa Sandal, şarkısında “Maalesef ruhu yok” dediğinde, “ruh” sözcüğünün kazandığı anlam çok katmanlı ve zengin değil mi? Duygu anlamını taşıyor burada. Fakat gelin görün ki, “Ruh gibi dolaşıyorsun” dediğimizde, hiç de hoş bir şeyden söz etmiş olmuyoruz. Çevresinde olan bitenlerin farkında olmayan, tepkisiz, her şeyi koyvermiş insanlar için söylenir genelde. E iyi de ruh canlılıkla özdeşti hani? Nasıl bu hale geldi? Bedenden çıkıp giden ruhun, bedensiz bir halde neye benzediğine dair hayal gücümüzün etkisi olabilir bu. Emin değilim. Ama birine “ruhsuz” diyorsak, onu cansız, güçsüz, miskin, duygusuz, tepkisiz olarak görüyoruz demektir ki “ruh gibi dolaşmak” da neredeyse böyle bir şey. Yani hem varlığı hem de yokluğu aynı anlama gelmiş, ilginç. Geçelim bu bahsi.

Haberin Devamı

HAYAT GÜZELDİR

Madem ruh “can” ile ilgili, o halde biraz da ona bakalım. Can sözcüğü bize Farsçadan gelme. Eğer bir sözcük Farsçada varsa bunun çevrede de olması beklenir, yani Hint bölgesi gibi, Sanskrit dilinin egemenliğinden söz ediyoruz. Sanskrit ile Farsçanın akrabalığı malum, ikisi de Hint-Avrupa dil ailesinin kadim üyeleri. Bir de İran-Hindistan arasında yaşayan halklar var, hani Büyük İskender’in seferlerinin en sonunda artık akraba olduğu Sogdlar. Sogd dilinde “cwan/jwan” diye geçer can. Oradan güneye, İran yaylalarına inip Avesta’da kullanılan Pers diline (Avestan) bakınca “cvaiti” sözcüğünü görürüz. Laf kalabalığı yapmak için değil, varacağımız yerin şaşırtıcılığını vurgulamak için yazıyorum tüm bunları, sabrınız için teşekkür ederim. Buradan hemen doğuya, Hint coğrafyasına inip Sanskrit diline bakarsak da çok ilginç bir şeyle karşılaşırız: “civah”. “Yaşayan, canlı, ruh” anlamına gelin bu Sanskrit sözcük. Yaşamak, canlı olmak anlamlarına gelen “civ” kökünden gelir. (Bkz: Sanskrit-Türkçe Sözlük, Korhan Kaya, Pinhan Yay., 2021) Yine aynı kökten Sanskrit, yani Hint dilinde “civita” ortaya çıkar ki “varlık, canlı” anlamına gelir. Hint-Avrupa dilinin doğu ucu böyleyken batı ucundaki Latince, bu “civita”nın sadece “vita” kısmını alıp ona “yaşam” demiş. Biz bugün Roberto Benigni’nin “La Vita e Bella” (Hayat Güzeldir) isimli harika filmini izleyip hüzünleniyorsak, o ismin altında Hint dili ve kültürünün olduğunu da hatırlamakta, en azından kadir kıymet bilmek adına yarar var tabii.

SKOÇ LÜTFEN

Haberin Devamı

Bu “vita”, hani Sanskrit “civita”dan gelip Latinceye ve Batı’ya kalan, işte mesela “vitamin” dediğimizde aslında tamamen bundan söz etmiş oluyoruz. Canlıların hayatta kalabilmesi için gerekli kimyasal şeyler demek. Belli ki vita ile başlıyor, sonrasında gelen ise “amine”, hani bizim amino asitlerimiz var ya, onlara ismini veren, içinde hidrojen ve nitrojen atomları bulunan organik bileşik işte. Hayat veren bir şey yani!
Böyle söyleyince insanın aklına Farsça âb-ı hayât geliyor doğrusu. En azından benim aklıma geldi. Âb-ı hayat, yani can suyu. Bunun Latincesi ise “aqua vitae”. Hani fantastik filmlerde suyu, içene gençlik veren pınar vardır ya, o su işte. (Bana sorarsanız içtiğimiz her yudum sudur hayat suyu, daha önemli ve gerçek bir şey yok hayatta. Bence.) Şimdi burada dönüşüm sürecini anlatmaya kalkarsam fazla yer kaplayacak süreçlerin ardından İskoçya’da konuşulan Gal (Kelt) dilinde “hayat suyu” anlamına gelen bir sözcüğü de çok iyi biliriz: Viski!

CANLI GÜMÜŞ

Haberin Devamı

EY RUH

Canlı gümüş

İyi kötü her şeyi başka bir şeye benzeterek oluşturuyoruz dillerimizi. Bütün toplumlar için böyle bu. Azı karar, çoğu zarar diyelim viski için mesela ama anlamı hayat suyu işte. Fakat “hayat ve canlı” anlamına gelen “civa” ne yazık ki zehirli. Adını, oynaklığından almış belli ki. Anlatmayayım dedim ama bir parça değinmeden içim rahat etmeyecek: Viski’nin sonundaki “ki” var ya, işte o, Hint dilindeki bir “gi-g” kökünden geliyor, hayat anlamında gene. O, İngilizceye “ki-k” diye geçmiş, İngilizler yazmış onu “quick” diye, karşılığı “çabuk, süratli, canlı” olmuş. Civanın İngilizcesinin “quicksilver” olması, yani “canlı gümüş” anlamına gelmesi, elbette tesadüf değil. (Ruhun “espri” kısmına da başka bir yazıda değiniriz artık.)

FIRSAT BU FIRSAT

EY RUH

Hazır maskesiz bir döneme girmişken bütün dünya, bunun tadını çıkartmak gerek. Keşke bir daha olmasın diye önlem almayı da akıl edebilsek. Foto Chris Thompson - Unsplash

Eğer son nefesi verince gideceksek bu dünyadan, o halde sonuncuya gelmeden önceki her nefesimizin kıymetini bilmek doğru olmaz mı? Nejat Yavaşoğulları’nın harika sözlerindeki gibi “her nefes alışımız bayram” değil mi sizce? Bakınız Dünya, giderek ısınıyor ve kimi türler, daha önce yaşadıkları alanları terk edip, kendilerini “hayatta” tutabilecek yeni ortamlara taşıyorlar. Bir çeşit göç bu da. Buna, virüsler ve onları taşıyan canlılar da dâhil. İnsan, küresel ısınmanın önüne geçecek gerekli eylemleri yapmadı, bu nedenle önümüzdeki yıllar, yeni salgınlara, yeni sıkıntılara gebe. İç karartmak için söylemiyorum bunu, bilim insanları yıllardır seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Ama başaramadılar. Bugün, korona sonrası bir rahatlama yaşıyoruz, maskeleri çıkarttık. Maskesiz nefes almanın güzelliğini yaşıyoruz. Madem dünyayı kurtarmak için gerekli adımları atmadık, atanmaya çalışanları susturduk, yok mala zarar vermek, yok kamu alanında bilmem neler yapmak bahanesiyle dünyanın her tarafında içeri tıktık ya da baskıyla sessizleştirdik, hâlâ da pek umursamıyoruz gezegenimizin geleceğini, o halde şu maskesiz günlerimizin tadını çıkartalım. Çünkü belli ki çok uzun sürmeyecek “rahatlama” dönemimiz.

BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ

KEYİFLİ BİR HAFTA SONU

Hafta sonu boyunca rüzgâr güneyli ve zayıf. Hava sıcaklıklarında önemli bir değişiklik yok, yağış da beklenmiyor. Deniz suyu ise Gemlik Körfezi’nde 15, Bandırma dolaylarında 16, Biga dolaylarında ise 17-18 derece santigrat bandında. Keyifli bir hafta sonu olacak gibi görünüyor. Sağlıcakla kalınız.

Yazarın Tüm Yazıları