Paylaş
Salgın nedeniyle bu yıl böyle olamayacak belki ama bu millet, her fırsatta sevgisini gösterir. Ulus, egemenliğinin kıymetini bilir.
Foto Ahmet Demiroglu - Unsplash
Bayram yazısının tam da bayram gününe denk gelmesi ne büyük mutluluk benim için. Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, “en büyük bayram” olarak geçiyor literatürümüzde çünkü öyle. Neden “en büyük bayram” olduğunu, kendimce anlatmaya çalışayım.
Bunu yapabilmek için “ulus” nedir, nasıl ortaya çıkmıştır, ona bir bakmamız gerek. Yaklaşık 2 milyon yıldır yeryüzünde “var” olan insanın hayatında “ulus” denen kavram, son birkaç yüzyıldır bir şey ifade ediyor. Ondan önce ulus diye bir şey yoktu. İnsanlar kendilerini, sondan başa giderek, dinleriyle, Krallıklarıyla, kabileleriyle ve köyleriyle ifade ediyorlardı. Ondan öncesindeyse muhtemelen kimse bir şey ifade etmeye çalışmıyor, karşısındakini döven, onun sahip olduklarına konuyordu. (Bu taş devri yöntemi hâlâ kısmen geçerli denebilir.)
TOPLARKEN BAŞIMIZA GELENLER
Efendim, insan, küt diye şehirlerde yaşamaya başlamadı tabii. Tarım bile yokken, atalarımız doğanın verdiklerini topluyor ve avlanıyorlardı. İnsanın bu durumuna avcı-toplayıcı dedik ama onların bundan haberi yoktu tabii. Avlanmak ve doğanın verdiklerini yemek dışında bir seçenekleri yoktu zira. Bazen bulduklarından zehirlenip ölüyorlar, bunu görenler de o öldüren şeyi bir daha yememeye dikkat ediyorlardı. Muhtemelen “cıss!” anlayışı da o sıralarda gelişti!
KEŞİF VE İCAT
Yerleşmek kolay olmadı insan için. Foto Alice Butenko - Unsplash
Sonra, dünyanın farklı yerlerinde MÖ 15 ila 10 bin yılları arasında “tarım”, muhtemelen kazayla “keşfedildi”. Keşfedildi diyorum çünkü zaten tarım vardı ama doğa kendi kendine yapıyordu. Söz ettiğimiz dolaylarda olan şey, insanın onu fark etmesiydi. Toprağa atılan, sulanan bir tohumun büyümeye başlaması, sonra bunun bir düzene sokulması ve insanın isteği doğrultusunda devam ettirilmesidir tarım. İşte “icat” ondan sonra gelir. Mesela çapa. Çapa icat edilen bir şey oldu çünkü doğa kendi kendini çapalamazdı. (Toprakta yaşayan kimi hayvanların çapalama etkisi yarattığı da başka bir doğrudur ama düzenli tarımı desteklemez.)
TARIM VE KRALCILIK!
Tarım ortaya çıkınca, insan eskisi gibi gezememeye başladı çünkü ektiği tohuma bakması, onunla ilgilenmesi gerekti. Eh, pek uzaklaşamadığına göre, yakınlarında yaşaması gerekiyordu, tarım arazilerine yakın “yerleşmeye” başladı. Köyler ortaya çıktı. Köy demek, bir arada yaşamak demek, bir arada yaşamak da bazı organizasyonları gerektirir. Ta mağara devrinden beri doğanın tüm güçlerine ayrı ayrı tapan insanın bir alışkanlığı da, o doğa güçlerine tanrı demek ve onlarla iletişim kurmaktı. Kabilelerin, toplulukların doğal liderleri de tanrılarla iletişim kurabilen özel ve seçkin kişilerdi. Bu özel ve seçkin kişiler toplumun ileri gelenleriydi ama toplum lafı akıl karıştırmasın, o zamanların toplumları, birkaç on kişi ile sınırlıydı. Ne zaman ki köyler ortaya çıktı, birkaç yüzlere hatta binlere varan toplumlar oluştu.
Fakat Avcı-toplayıcılığın doğa ile kurulan ilişkilere dayalı alışkanlıklarını bu kadar kalabalıkla devam ettirmek, farklı bir organizasyon gerektiriyordu. Nerede yirmi kişilik bir kabileye hükmetmek, nerede bin beş yüz kişiye laf anlatmak! İktidar denen şey burada devreye girdi ve köyler “kral” denen kişinin olması gereğiyle karşı karşıya kaldılar. Fakat kim kral olacaktı? İşte eski alışkanlık olan “tanrılarla iletişim kuran” tipler, burada da devreye başka türlü girdi.
TABİİ Kİ SÜMERLER
Yönetimi ele geçiren (ele geçiren diyorum çünkü kayıtlarla sabittir ki bir kralın kafasına vurup iktidarı onun elinden alanlar bolcaydı bir ara) kişi, falanca tanrının kendisine yetki verdiğini öne sürüyor, bu yolla toplumu etkisi ve yönetimi altına almaya çalışıyordu. Çoğunlukla da işe yarıyordu doğrusu çünkü tanrılar ve aslında doğa, insanın halen en korktuğu şeydi.
Bu sayfanın takipçileri Sümer uygarlığına temas ettiğime sık tanık olmuşlardır. Eh, her şeyin başında Sümerler olur da bunun başında olmazlar mı? MÖ 3. binyıla dair bir Sümer tableti (ki bolca kopyası da vardır) Sümerlerde kraliyetin “gökyüzünden indikten sonra” sırasıyla gelen krallara nasıl dağıtıldığını yazar.
ALIŞKANLIKLARI DELMEK
Yani dünyevî iktidarı hem ele geçirmek hem de elde tutabilmek için tanrıların, yani “inancın” kullanılması çook eskilere dayanan bir şey. Her toplum, kendine göre kullandı tabii. Bugün bile hâlâ rüyasında Tanrıyla, melekler falan konuştuğunu ileri sürüp bazı haklar talep edenler yok mu? Çok eski bir alışkanlık bu. Çünkü işe yaradı tarih boyu. Peki ne zamana kadar işe yaradı?
Aslında birkaç aykırı deneme oldu. Atina, muazzam bir demokrasi örneği sundu. Tanrılar yine kutsiyetini koruyordu elbette ama yöneticiler, tanrısal kanallarla değil, halkın veya onun temsilcilerinin kanalıyla seçiliyordu. Roma denedi. Fakat insan, babadan oğula geçen yönetme hakkı dayatmasını, monarşiyi kolay kolay atamadı üzerinden. Hem, diktatör olmak, tek yetkili olmak da cazip geldi insanlara. Roma cumhuriyetten diktatörlüğe evrildiğinde de kimsenin pek gıkı çıkmadı.
AH CANIM, NE TATLI İNSAN!
Avrupa Rönesansının doğum yeri Floransa
Sonra 14. yüzyılda filizleri hissedilen ama 16. yüzyılda zirveye ulaşan Rönesans, insanın insanı yeniden keşfetmesiydi, bu yüzden “hümanizm” denen şey ortaya çıktı. Hümanizm, “Ay valla ben insanları çok seviyorum” demek değildir, hümanizm, hayatın merkezine insanı koymaktır. Mesela gökyüzünde olan biteni öğrenmek için kutsal kitap karıştırmak yerine teleskopla bakıp orada ne olduğunu anlamaya çalışmaktır. Mesela “günah” diyerek bilgiden uzak durmak yerine cesetlere otopsi yaparak insan vücudunu öğrenmektir. Mesela ayin yoluyla değil de tıp yoluyla hastalıkları iyileştirmeye çalışmaktır. Gibi gibi…
FRANSIZ DEVRİMİ
Fransız Devrimi
Ama o çağda monarşi ve kilisenin kol kola gücü sınırsız olduğu için, Rönesans, sanat ve bilimle sınırlı kaldı tabii, siyasete yansımadı. İşte o ne zamana kadardı? 1789 Fransız Devrimi’ne kadar! İnsanlığın “Yetti gari! Başlarız sizin babadan oğula geçen şapşal hallerinize! Bizim kendi yöneticimizi seçecek beynimiz var!” demesidir Fransız Devrimi/İhtilali. Tarihe baksanıza: 1789! Binlerce yıldır nereden geldiği belli olmayan yetki ile büyük kitleleri yönetenlere karşı, şunun şurasında 232 yıl önce yükseltilen ses! Egemenliğin, ulusa devri!
ZAYIF KİŞİLİKLER
Düşünelim. Şu adam kral. Neden? Çünkü babası da kraldı. Onun babası da kraldı da ondan ve onun da babası kraldı. Ne kadar geriye gider bu? İlk kral kimdi ve yetkiyi nereden almıştı? İşte bu, en başta yazdıklarımıza gider. Osmanlı’da olduğu gibi bazen monarşi, nefis eğitimli ve iradesi yüksek liderlerle iyi sonuçlar verebildi ama aynı monarşi, iradesi ve kişiliği zayıf yöneticileri iktidara taşıyınca çaresiz kaldı. Saray’da, başarısız olan herkesin hayatı da, geliri de tehdit altındaydı, bir tek Sultan hariç! Oysa bütün başarısızlığın sebebiydi o zayıf sultanlar. Örneği Sultan İbrahim! Bütün derdi sarayı samur kürklerle doldurmak, cariyelerle oynaşmaktı. O sırada devlette neler olup bitiyor pek umurunda değildi. Nerede Fatih Sultan Mehmet’in yetkinliği, nerede İbrahim’in savurgan zayıflığı! İnsanları kıyaslamak elbette doğru değil ama işte biri kalsın öbürü gitsin diyememe durumuna düşen halka oluyordu bütün olan.
NEYSE Kİ ATATÜRK
En sevdiğim fotoğraflardan biri. Ulusuyla iç içe bir büyük insan.
Neyse ki Atatürk ve onun gibi düşünenler çıktı ortaya. Monarşinin devam edemeyeceği gün gibi ortadayken ve ülke düşman çizmeleri ile çiğneniyorken, neredeyse tamamen bitmiş bir ülkeyi ayağa kaldırmak zor iştir. Hatta çok ama çok zor iştir. Bu arada bir düşman parantezi açmak isterim. Düşman, felsefi bir kavram olarak da karşımıza çıkabilir ama burada, “Türklere gıcık olan” anlamında algılanıp duran düşmandan söz ediyoruz. Lakin neden Türklere gıcık olsunlar ki? Düşman, bu güzel topraklara konmak isteyenlerdi sadece. Çünkü burası çok güzel bir ülke. Kendi kaynakları var, doğası var, mis gibi tarihi var, çok verimli toprakları var. Eh, sen harap edersen, bakmazsan, bakamazsan, başkası gelip elinden almak ister. Alır da. Hatta o almadan sen tutup vermeye kalkarsın. Tıpkı Osmanlı’nın son zamanlarında olduğu gibi.
BU YÜZDEN EN BÜYÜK BAYRAM
İşte 23 Nisan, “düşman”ın def edildikten sonra bu ulusun, “Biz kendi kendimize yetecek akla, kendi kendimizi yönetecek beyne sahibiz. Kral, padişah, sultan istemiyoruz” deme günüdür. Odur ulusal egemenlik. O nedenle en büyük bayramdır. Yani, bu topraklarda binlerce yıldır süren ve halkı yönetimsel anlamda yok sayan, halkı vergi deposu ve geçim kaynağı gören monarşinin yıkılışı, milletin egemenliğinin başlangıcıdır. Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız kutlu olsun. (Bu hafta ulusal egemenlik üzerinde durduk, haftaya da çocuklarla ilgili enteresan şeyler paylaşalım o zaman.)
BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ
BUGÜN NEFİS, AMA…
Bugün (23 Nisan Cuma) harika bir hava var. Özlediğimiz sıcaklık, az rüzgâr, yağış yok vs. Fakat hafta sonumuz yağışlı ve serin. Merak etmeyiniz, nasıl olsa sokağa çıkamıyoruz ve önümüzdeki hafta mis gibi ısınmaya devam edeceğiz. Bu hafta da böyle olsun. Güneşlerin hepsi içimizde açsın e mi. Sağlıkla kalın.
Paylaş