Paylaş
Doğu-Batı çatışması, tarihin en uzun soluklu ve belki de hiç bitmeyecek olan bir ihtilafıdır. Tarihin babası kabul edilen, Bodrum doğumlu yurttaşımız Herodotos’un dev eseri Tarih’in ara eksenini de bu ihtilaf oluşturur. Bizim bugünkü algımız, Doğu-Batı çatışmasını, İslâmiyet- Hıristiyanlık çatışması olarak görse de bu ihtilaf, her iki din de henüz dünyada yokken, hatta ortaya çıkmalarına daha yüzyıllar varken ortaya çıkmıştır. Doğuda doğup büyüyen, geçen haftaki yazıda da bir kez daha belirtildiği üzere Akdeniz vasıtasıyla yayılıp genişleyen uygarlık, Doğu kaynaklı bir Batı uygarlığını da semizleştirmeye başladıktan sonra her iki medeniyet kanadının çatışması belki de kaçınılmazdı ama Doğu, uzunca bir süre hep bir adım öndeydi. MÖ 4. yüzyılda Büyük İskender Babil’e ve Persepolis’e vardığında karşılaştığı uygarlık düzeyi, akıllara durgunluk verecek boyuttaydı ve batıdan gelen Yunanlar, hayallerinde bile göremeyecekleri bir gelişmişliği, doğunun Pers kentlerinde gördüler. Evet, çatışma, Yunan-Pers savaşlarıyla ortaya çıkmıştı. MÖ 5. yüzyıl, bu çatışmanın başlangıç dönemiydi.
PERSLER ANADOLU’DA
MÖ 6. yüzyılın ilk yarısında, tarihin ilk büyük imparatorluğu Assurluların tahtına kurulan Perslerin lideri Kyros, saldırgan tavrıyla batıya yönelmiş, Urartuları ve Lidyalıları da boyunduruğu altına alarak Anadolu’nun neredeyse tamamını ele geçirmişti. Ege Denizi kıyısında durup karşıya geçmeyen Persler, Anadolu’nun Ege kıyısındaki Yunan uygarlığına bağlı kentlere, Pers tahtına sadık yöneticiler (satraplar) atayarak, bu kentlerin Pers İmparatorluğuna dâhil olmasını sağladılar.
EGE’NİN ÖBÜR TARAFI
Ancak bu kentlerden bazıları, MÖ 5. yüzyılın ilk yıllarında Atina’daki iktidar tarafından kışkırtılarak (ya da içlerinden öyle geldiği için) Persler aleyhine çalıştılar ve isyan ettiler. Eh, Persler durur mu, elbette bu girişimi cezalandırmak için sefere çıktılar. Ancak bu kez hedef, zaten elinin altında bulunan, ateş olsa bile cürmü kadar yer yakacak olan küçük Ege sahil şehircikleri değil, onları yoldan çıkartan Atina ve Yunan anakarası idi. Yani Ege’nin öte yakası. Yani Batı. Yani Avrupa!
Zaten Asya ve Avrupa terimleri de Ege Denizi referans alınarak ortaya çıkmıştır. Asya, Ege’nin doğusunu, Avrupa ise batısını ifade eden terimlerdir. Tam olarak ne zaman ortaya çıktıklarını bilmiyoruz ama Asya ve Avrupa, Ege’de kürek çeken veya yelken açan denizcilerin, yön tayinleri için kullandıkları terimlerdir, onu biliyoruz. Asya tarafına mı gidilecek yoksa Avrupa tarafına mı? Üstelik Anadolu lafı da Grekçeydi ve ‘Doğudaki ülke veya güneşin doğduğu ülke’ anlamına gelmektedir.
PERSLER YUNAN ANAKARASINDA
Doğunun imparatorluğu Persler, ihaneti cezalandırmak ve tehlikeyi kökünden kazımak için Asya’dan yola çıkıp Avrupa’ya geçmeye karar verirler. Geçerler de. MÖ 490’da, Pers Donanması, Ege’yi (aslında koskoca Doğu Akdeniz’i) aşıp Yunan anakarasına adım atar, bir iki yeri ele geçirdikten sonra sıra Atina’ya gelir. Atina’ya varmak için, koskoca yarımadayı dolaşıp Pire’ye varmak yerine, Persler için daha kolay olan, doğu kıyısındaki Marathon sahili çıkartma noktası seçilir. Atina ordusu da buraya gelip vatan savunmasına hazırlanır.
SAHİLDEN SAHİLE KOŞU
Marathon’a geldiklerinde karşılarında ordu bulan Persler, ilk saldırıda epeyce bir kayıp verince, yeniden gemilerine binip, Atina’nın kendi limanına (Pire), bu kez, az önce söylediğim o yarımadayı dolaşarak ulaşmaya karar verirler. Atina ordusu ne yapar biliyor musunuz? Başlar koşmaya. Çünkü limana, Perslerden önce varmaları gerekmektedir, aksi halde kentlerini (ve tabii her şeylerini) kaybedeceklerdir. Varırlar. Persler limana vardıklarında aynı orduyu yeniden karşılarında görünce, saldırmamaya, daha sonra gelip daha güçlü saldırabilmek üzere hazırlanmak için ülkelerine dönmeye karar verirler. İşte bizim bugün maraton koşusu dediğimiz şeyin 42 küsur kilometre olması, Atina ordusunun koştuğu Maraton-Pire arasındaki mesafeye denk olması bundandır. Yani, bugün karada 42 kilometre boyunca spor olsun diye haldır haldır koşmamızın ardında bile deniz var, oradan gelen tehlikeye karşı canını, malını, vatanını koruma dürtüsü var. Maraton koşusu, 2.509 yaşında! (Bir askerin tek başına Marathon’dan koşarak Atina’ya haber götürmesi, haberi ilettikten sonra da düşüp ölmesi, tamamen bir efsane ve hiçbir kanıtı yok.)
300 SPARTALI
Maraton - Atina’nın limanı 42 kilometre
Persler dediklerini yaparlar ve ilk saldırıdaki Pers İmparatoru Daryus’tan sonra tahta çıkan, bizde Serhas diye bilinen Pers imparatoru Kserkses, ilkinden yaklaşık 10 yıl sonra yeni saldırı düzenler. O sırada Yunan anakarası, haliyle tek bir devlet değil, farklı şehir devletlerinden oluştuğu için kendi aralarında da mücadele etmektedirler ve en büyük mücadele Atina ile Sparta arasındadır. Fakat Perslerin geldiği öğrenilince bu iç çatışmaya son verilir ve Yunanlar birleşirler. MÖ 480 Eylül’ünde, çoğumuzun 300 Spartalı filminden aşina olduğu o büyük saldırı gerçekleşir. Sparta Kralı Leonidas ve 300 Spartalı, Thermopylai denen geçitte yiğitçe dövüşürler ama hepsi Persler tarafından yok edilir. Bugün o noktada bir anıt var. Ancak dikilen ilk anıtta şöyle yazdığı aktarılır: “Ey yabancı! Spartalılara burada yattığımızı ve emirlerini beklediğimizi söyle!”
Bu yazı nereye gidiyor? diye düşünen okurun içini rahatlatayım biraz. Deniz üzerinden gelip Ege’yi geçen Persler’den, Ege’yi yine bu tarafa doğru geçerek İstanbul’daki Sultanahmet Meydanı’na uzanan bir yolculuk bu. Biraz daha sabrınızı rica ederim.
SALAMİS DENİZ SAVAŞI
300 Spartalı’nın ölümü veya direnişi, koskoca Pers ordusuna pek bir şey ifade etmez haliyle. Bir ihanet sonucu (tarihteki pek çok yenilginin ardında bir ihanet vardır) Persler, pek bilinmeyen bir patikayı takip ederek hızlıca Atina’ya ulaşırlar. Onların geldiğini gören Atinalıların çoğu, az ilerideki Salamis Adası’na kaçar. Persler şehre girer, yakıp yıkarlar. Yakılanlar arasında Akropolis’teki tapınaklar da vardır. Ancak Pers donanması, kalanların işini bitirmek için yöneldiği Salamis’te fena bir bozguna uğrar ve tarihe Salamis Deniz Savaşı olarak geçen o ünlü hadisede, Atina’yı yakmış olsalar da yenilen Persler çekilmek zorunda kalırlar, ama evlerine gitmezler, biraz kuzeyde, Orta Yunanistan’da kamp kurup kışın geçmesini beklerler. Atinalılar, Persler’den pek çok ganimet de ele geçirmişlerdir.
SEBAT ETMEK
Ama Persler yine yılmaz ve ertesi yıl, MÖ 479’da yeniden gelirler. Ne sebat değil mi? 479’un ilkbaharında Persler yine Atina’ya doğru inerler ama bu kez Plataia denen yerde hezimete uğrarlar. Bıraktıkları ganimetler bu kez çok daha fazladır ve bu sefer evlerine dönerler. Doğu-Batı çatışmasının destanlaşan ilk örnekleridir bunlar. Ama destan, asla unutulan bir şey değildir.
DELPHOI’DEN ATMEYDANI’NA
Yunan şehir devletleri, kendi iç çatışmalarından sıyrılıp birleşerek Perslere karşı durmuşlardı ya hani, işte o duruşun ve kazanılan zaferin bir şükran belirtisi olarak, tanrıları Apollon’a bir hediye sunmak isterler. Perslerden elde ettikleri metalleri eritirler, birbirlerine sarılmış üç yılanın dolandığı bir sütun yaparlar, sütunun üstünde üç yılanın başı ayrı yönlere doğru yükselir ve tepelerinde bir altın (veya altın kaplama) kazan taşırlar. Bu Yılanlı Sütun’u hazırlayıp, onlar için çok kıymetli bir ibadet ve kehanet merkezi olan Delphoi’deki Apollon Tapınağı’na götürürler. Bu sütun orada yaklaşık 750 yıl durdu. Sonra, İstanbul’u kuran, Roma İmparatoru Büyük Konstantin, MS 4. yüzyılda kenti güzelleştirmek ve önemli hale getirmek için bilinen dünyanın dört bir yanından anıtlar toplayıp İstanbul’a getirtti. Bunlar arasında Delphoi Kehanet Merkezi’nde bulunan işte bu Yılanlı Sütun da vardı. Bugün Sultanahmet’te (Konstantin’in yaptırdığı dev hipodrom, içinde at yarışları düzenlenen bir yer olduğu için bizde önce Atmeydanı olarak bilindi. Çok sonra, Sultan I. Ahmet’in yaptırdığı ve 1617’de tamamlanan camii ile Sultanahmet Meydanı olarak isimlendirildi) gezerken, sadece gövdelerini görebileceğiniz tunç yılanlardan oluşan sütun, işte o sütundur ve Doğu-Batı çatışmasının ortaya çıkardığı en güzel eserlerden biridir.
TILSIMLAR KENTİ İSTANBUL
Wilhelm von Kaulbach’ın 1868 tarihli romantik Salamis Deniz Savaşı tablosu
Tarih içinde sıklıkla efsanelerle gerçekler birbirine karışır. Yılanlı Sütun’un İstanbul’a gelmesinden bin yıldan fazla zaman sonra muhteşem gözlemler kaleme alan Evliya Çelebi’miz, bakınız bu sütun hakkında neler diyor:
“Yine Atmeydanı’nda Pozantin Kral’ın zamanında Surende adlı filozof şehrin yılan, çıyan ve akrep haşeratı gibi zehirli hayvanların helaki için tunçtan üç başlı bir ejderha heykeli yaptı ki Makedonya içinde asla zehirli ve ürkütücü hayvanlar yok idi.(.....) Hatta II. Selim at üzere geçerken eyer bölümünden bozdoğan mücevher topuz ile anılan ejder suretine bir topuz vurunca ejderin batı tarafına bakan kellesinin alt çenesine isabet edip ‘O an İstanbul’un batı tarafında yılan ortaya çıkıp o tarihten beri yılan İstanbul içinde yayıldı’ derler. Allah korusun ejderin eğer öbür kellesine bir zarar olursa İstanbul’u yılan çıyan berbat eder. Kısacası tılsımı hâlâ etkili bir seyir yeridir.”
Tılsımlar tarihimizde çok önemli. Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme’sinde sırf İstanbul için saydığı pek çok tılsım var. Biraz kabullenme, biraz da hoşgörü meselesi bu sanırım. Neyin nereden geldiği, hangi dine mensup olduğu gibi detaylara hiç takılmadan o kadar çok unsuru kabul edip bağrımıza basmışız ki, insan şaşırıyor. Daha ziyade bugünkü çok sert bakış açımızla şaşırıyoruz.
KULAK VERELİM ŞU SÜTUNA
Evet efendim, o yılan başları ne yazık ki bugün yok. Belki de ondan yılan kaynıyordur İstanbul. Sadece bir tanesinin üst çenesi, 18. yüzyılda Sultanahmet Meydanı’nın âtıl bir köşesinde bulunmuş da bereket versin bugün arkeoloji Müzesi’nde görülebiliyor. Sütun hakkında daha çok şey söylemek isterdim ama yerim bitti. Fakat olur da yolunuz düşerse, Sultanahmet’teki o helezonik sütuna lütfen iyi bakın. MÖ 5. yüzyıla uzanan öyküsünü düşünün ve farklılıklarımızdan doğan zenginlikler ile paylaşamadığımızı sandığımız dünyada yarattığımız huzursuzlukların beyhudeliğine biraz kafa yorun. Ne kazananlar kalır geriye, ne kaybedenler; bâki kalan sadece eserlerdir. Sağlıcakla...
BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ
YAĞSA İYİ OLACAK AMA...
Güney Marmara’da dün gece ile bu sabah (Cuma) arasında belki biraz ıslanmış olabiliriz ama hafta sonu ne yazık ki yağışlı değil. (Kimilerimiz için ne mutlu ki de denebilir ama artık yağması lazım doğrusu.) Rüzgâr yok denecek kadar az. En yüksek hava sıcaklığı 20 derece dolaylarında, geceleri de halen 10 derecenin üzerinde. Bölgemizde deniz suyu 16-18 derece santigrat arasında. Yani, gezmek için açık ve ılık bir hafta sonu diyebiliriz. Ama dediğim gibi, bir an önce yağmurların gelmesi hepimiz için iyi olacak sanırım.
Paylaş