Paylaş
Siyaset bilimcilerin otoriterliğe yönelişin simgesi olarak gösterdiği isimlerin başında Putin geliyor. Ama AB üyesi Macaristan’la Polonya’da da böyle; AB’nin yaptırımları etkili olmuyor.
Diyelim ki eski komünist ülkelerin köklü bireysel özgürlük kültürü yok.
Fakat liberal değerlerin yani kamu karşısında ‘bireysel özgürlük’, yetki yoğunlaşması karşısında ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkelerinin beşiği olan Amerika’da da böyle. İşte Trump...
Avrupa’nın diğer ülkelerinde de şu veya bu ölçüde aşırı sağ otoriterlik yükseliyor.
DİKTATÖRLER YÜZYILI
Durum, bir ölçüde 1918 sonrası Avrupa’ya benziyor: Birinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı yıkım, sefalet ve öfkelerin karşısında demokratik partiler yetersiz kalmış, Rönesans’ın beşiği İtalya’da faşizm, Reform’un beşiği Almanya’da Nazizm yükselmişti!
Arthur Conte ‘Diktatörler Yüzyılı’ adlı harika kitabında isimleri sıralar: Primo de Revera, Mussolini, Lenin, Stalin, Hitler, Franko, Salazar...
Tabii Marksizm, faşizmden kapsamlı bir ideoloji sunduğu için, hem Sovyet diktatörlüğü daha uzun ömürlü oldu, hem İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da Mao ve Castro gibi kitlelerin desteğine sahip diktatörler çıkardı...
Daha 1922’de Oswald Spengler, büyük yankılar uyandıran ‘Batı’nın Çöküşü’nü yazmıştı.
Bolşeviklere göre ‘burjuva demokrasileri’ çürümüş, çöküyordu.
Mussolini ve Hitler de ‘ayak takımının demokrasisi’ne hücum ediyorlar, ‘tabiatın armağanı’ ilan ettikleri kendilerinin diktatörlüğünü savunuyorlardı.
Facialar içinde tarihe gömüldüler.
LİBERALİZMİN ZAFERİ VE ÖLÜMÜ
Totaliter felaketin tekrarını önlemek için İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da ‘anayasa’ ve ‘anayasa mahkemesi’ fikri gelişti; siyasi gücü sınırlayıp denetlemek için...
‘Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ anayasalardan üstün bir norm olarak kabul edildi. Bunu uygulamak için uluslar üstü ‘Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ kuruldu.
BM kurulurken de ‘Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’ yayımlandı.
Hele de 1989’da komünist rejimler çökünce, liberal Francis Fukuyama ‘Tarihin Sonu’nu ilan etti: Artık liberal demokrasiden başka yönetimler çıkmayacaktı.
Fakat Huntington 1999’da ‘Medeniyetler Çatışması’nı yayınladı. Önce adama kızdık ama işte dünyada ırk ve din çatışmalarını körükleyen aşırı sağ hareketler yükselişte.
Bu dönemde Jean-Werner Müller ‘Popülizm Nedir’ adlı kitabında liberal demokrasilerin nasıl ‘popüler’ tehdit karşısında olduğunu yazdı. Türkçe’si İletişim Yayınları’ndan çıktı.
İçinde bulunduğumuz dönemin simge eserlerinden biri de Steven Levitsky ve Daniel Ziblatt’ın ‘Demokrasi Nasıl Ölür’ adlı yeni çıkan kitabıdır.
Belki en çarpıcısı, Roger Cohen’in ‘Liberalizmin ölümü’ başlıklı makalesiydi.
UZUN BİR GEÇİT
1922’deki Spengler gibi ‘Batı’nın Çöküşü’nden değil ama özgürlükçü demokrasinin, kuvvetler ayrılığı gibi temel normların hayli aşındığı bir dönemden bahsediliyor.
Düşünüyorum ki; popülist akımlar sömürdükleri gelir bozukluğu, işsizlik, moral değerlerin kaybı gibi sorunları daha da kötüleştirecekler, çözüm yine özgürlükçü demokraside aranacaktır. Tabii demokrasinin bu sorunlara daha fazla eğilmesi de şarttır.
Hülasa, insanlık yine bireysel özgürlükleri, kuvvetler ayrılığı ve hukukun üstünlüğü gibi normları daha bir kararlılıkla savunmak gereken uzun, evet, uzun bir geçitten geçiyor.
Paylaş