Paylaş
Bunun iki sebebi var; birincisi bir Müslüman olarak istiyorum ki dinim adına ileri sürülen fikirler ‘haddeden geçmiş’ yani araştırmalara dayalı ve tartışılarak olgunlaşmış, kalite kazanmış olsun...
İkinci sebep, muhafazakâr bir iktidar tarafından yönetiliyor olmamızdır. İslamcılık düşüncesi Türkiye’nin nasıl yönetileceğini etkiliyor.
Üstelik, son dört-beş yılda iktidarın ideolojik yönelişi daha da arttı.
ELEŞTİRİ İHANET Mİ?
Bu yönelişin ne gibi sonuçlar doğurduğunu gözlemlemek ve tartışmak hem hataları düzeltmek için hem daha sağlıklı politikalar geliştirmek için zorunludur.
Fakat iki faktör bunu engelliyor; biri partizanlık, öbürü beşeri davranışlara kutsallık atfedilmesi.
İşte, en samimi ve kaliteli İslamcılar bile iktidara bir eleştiri yaptıklarında “hain” suçlamasına maruz kalıyor.
Son örnek, iktidarı eleştirdi diye Yeni Şafak’ın Necip Fazıl üsluplu yazarı Yusuf Kaplan’ın maruz kaldığı saldırılardır.
İdealist İslamcı Hakan Albayrak, bu saldırılara karşı çıktı ve “en ufak bir görüş ayrılığını bile iman-küfür meselesi yapan asosyal gençlerden geçilmiyor” diye yakındı.
Niye?... Kişilerin siyasi davranışlarını kutsal zannettikleri için.
CEMEL VE SIFFİN
Bugünkü yazımda ‘düşünen’ İslamcıların dikkatini “hukuk” konusuna çekmek istiyorum.
İslamcılar genelde sosyal ve siyasi sorunları kişilere bağlıyorlar. Kişiler dindar, ahlaklı, ilkeli olursa sorunların çözüleceğini düşünüyorlar.
Yusuf Kaplan dünkü yazısında, gözlemlediği yozlaşmayı eleştirerek çözümün “Kuran rehber, Peygamber önder, sahabe örnek” ilkesi olduğunu yazdı.
Elbette iman ve ahlak sahasında bir mümin böyle düşünür.
Fakat Cemel ve Sıffin savaşlarında 70 bin Müslüman birbirini öldürmedi mi?
“Kuran rehber, Peygamber önder, sahabe örnek” ilkesine iman etmedikleri için değil!
Sosyolojik olarak, siyasi ihtilafları çözecek ayrıntılı hukuk kuralları ve kamu kurumları gelişmemiş olduğu için.
İhtilafı çözemediler, kılıçlar konuştu; dünyanın bütün tarihlerinde olduğu gibi.
Rasyonel düşünmenin gereği, yeni Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali’ler beklemek değil, çağımızda “hukuk ve kurumlar” sorunu üzerine kafa yormaktır.
Hareket noktası da hukuk tarihi okumak olsa gerek.
HUKUK VE KURUMLAR
Peygamberimiz vefat ettiğinde, yeni yöneticinin nasıl belirleneceği gibi çok kritik siyasi bir sorun ortaya çıkmıştı.
Hz. Ebubekir’in Keşke Peygamber’e sorsaydık” dediğini tarihler yazıyor.
Demek ki “yönetim” sorunu insanlara bırakılmıştır. Dün hükümdarlıklar, bugün demokrasiler.
İslam tarihçileri Peygamberimizden yirmi beş yıl sonra başlayan kanlı çatışmaları elbette büyük üzüntüyle anlatırlar. Fakat “kurum ve kurallar sorunu”na dikkat etmezler.
Bir ölçüde Cevdet Paşa bu soruna değinir. Cevdet Paşa’nın Tanzimat reformlarının mimarı büyük bir hukukçu olduğunu hatırlamak gerekir.
Çağımızda “hukuk ve kurumlar” geçmişteki hiçbir devirde olmadığı kadar önemlidir.
İnsan ilişkileri çok karmaşıklaşmış, “otorite” ve “özgürlük” anlayışları çok değişmiş, demokrasi asli bir ihtiyaç haline gelmiştir.
İhale Kanunu, denetim ve denge ilkesi, Sayıştay’ın yetkileri gibi “modern” konular, fıkıhtaki “altınla vadeli satış”ın haram olup olmaması sorunu kadar önemli değil midir?!
Hepimizin ihtiyaç duyduğu fikir ve ifade hürriyetini, basın özgürlüğünü teminat altına almanın yolu, AİHM içtihatlarındaki özgürlük anlayışını kurumlaştırmak değil midir?
Bağımsız düşünceli İslamcı aydınlara önerim, “hukuk ve kurumlar” sorununa eğilmeleridir.
Paylaş