Mucize vaat etmedi, eğitim uzmanı olduğu halde “her şeyi bilen adam” rolleri takınmadı, aksine “Bize izin verin, biraz çalışalım” dedi.
Şu sözlerinin altını çizdim:
“Eğitim uzun sürede inşa edilir, kısa sürede bozulur... En geç 2 ay içinde yaklaşık 3 yıllık bir program açıklayacağız. Diyeceğiz ki ‘Bizim 3 yıl içindeki yol haritamız budur’. Toplumla bir makro paylaşımda bulunacağız. Hiçbir öğrencimiz, velimiz sürprizle karşılaşmayacak. Oyunun ortasında kurallar değişmeyecek... Herkesi dinleyeceğiz.”
Sil baştan yapmayıp aksine “gemi yürürken tadilat” yapacaklarını söyledi.
YIL 1925
İdeolojik önyargılar, toptancı siyasi propaganda ve hamaset dili öteden beri bizi rasyonellikten, planlama fikrinden, sonuçları denetleme anlayışından uzaklaştırıyor.
21. yüzyıldayız, hâlâ böyle değil mi?
Yıl 1925, 7 Mart Cumartesi günü Meclis’te Milli Eğitim bütçesi görüşülüyor.
Bu satırlar yazılırken Adalet Komisyonu’nda görüşülüyordu. Bizde alışkanlık “yukarıdan” gelen metnin komisyonlarda ve Meclis’te çoğunluk tarafından aynen yahut birkaç kozmetik değişiklikle kabul edilmesidir.
Bu sebeple komisyondaki metni irdeleyeceğim.
‘3 YIL SÜREYLE’
Teklif edilen metinde özellikle ordu ve Emniyet tesislerinin ve personelinin güvenliğinin ve özel bilgilerinin korunması için getirilen tedbirleri prensipte doğru buluyorum.
Yani büyüklük kompleksi ve kendisine hayranlığı...
Bunu ben demiyorum; popülizm hakkındaki birçok kitapta bu belirtildiği gibi Washington Post’ta Greg Sargent “Trump’ın narsisizmi ve megalomanisi çeşitli yönlerden demokrasimizi tahrip ediyor” diye yazmıştı. (14.11.2017) Fakat demokrasi Trump’a geri adım attırdı.
KENDİ PARTİSİ BİLE
Biliyorsunuz, Trump, Helsinki’de Putin’le görüşmesinde, Rusya’nın Amerikan seçimlerine müdahale etmediğini söyleyerek Moskova’yı aklamıştı.
Açıklanan ifadelerde de görülüyor ki gencecik insanları ailelerinden koparıyor, ailelerine düşman haline getiriyordu.
Üstelik bunlar iyi aile çocukları, iyi eğitimli, varlıklı gençlerdi.
Neleri eksikti, neyi arayarak gönüllü köleliğe koşmuşlardı?
Tantan’ın arkadaşımız İpek Özbey’e anlattıklarını bugün Hürriyet’te okuyabilirsiniz.
10 Ocak 2000’de yani bundan on sekiz buçuk yıl önce Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde (DGM) dava açıldı. Avukatları reddi hâkim talebinde bulundular ve koskoca DGM hâkimleri davadan çekildiler!
Davaya bakan öbür DGM “görevsizlik” kararı verdi, dosya Ağır Ceza Mahkemesi’ne gitti, yine “reddi hâkim” talebinde bulundular...
Dosya “reddi hâkim” ve “görevsizlik” kararlarıyla, mahkemelerde dolaştı; hâkimler bu davaya bakmaktan çekiniyordu!
ÇALINMIŞ GENÇLER
Beş buçuk yıl sonra, “Hukuk savaşını Adnan Hoca kazandı!” diye yazmıştım çünkü mahkeme mahkeme dolaşan dosya zamanaşımına uğratılmıştı!
Dünyada ağır bir suç dosyasının mahkeme mahkeme dolaştırılarak zamanaşımına uğratılmasının hukuk tarihinde örneği yoktur.
Şöyle diyordum o yazımda:
15 Temmuz, tarihimizdeki öbür darbeler gibi değildir. Sultan Aziz’in tahttan indirilmesinden 12 Eylül’e kadar bütün darbeler “askeri” niteliktedir; bir grup subay ya da ordu kendi akıllarınca “vatanı kurtarmak” için idareye el koymuşlar veya buna teşebbüs etmişlerdi.
ORDU DIŞINDAN
15 Temmuz ise “ordu dışından” örgütlendirilmişti. Ordu içine yıllarca yerleştirilmiş unsurlar eliyle FETÖ’nün darbe girişimiydi.
Tarihimizdeki en kanlı darbe olması da bundandır; mistik bağımlılık psikolojisiyle yapılandırılmış bu örgütün darbe teşebbüsünde önceki darbelerde hiç görülmemiş vahşetler yaşandı: “Akıncı Üssü’nden havalanan F-16’ları kullanan pilotlar kalabalık insan gruplarının üstüne bilgisayar oyunu oynar gibi ateş yağdırdılar.”
Ülke genelinde 249 sivil, asker ve emniyet mensubunu şehit ettiler.
Yine hiçbir darbede olmayan, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni bombaladılar!
FELAKET OLURDU
Darbe kısa süreliğine de olsa başarı sağlasaydı Türkiye korkunç bir iç boğazlaşmanın içine düşebilirdi: Sedat Ergin’in deyişiyle,
İktisadi konjonktür bakımından en önemlisi, Merkez Bankası’nın (MB) ne ölçüde bağımsız olduğu konusunda oluşan tereddütlerdir. Onun için bu konu ekonomi çevrelerinin odağında.
DIŞ KURULUŞLAR
Moody’s, bu düzenlemeleri “MB’nin para politikasını sıkılaştırma azminin önümüzdeki aylarda zayıflayabileceği” şeklinde yorumladı.
Aynı konuda IMF sözcüsü Gerry Rice, basın brifinginde, Merkez Bankası konusunda “Cumhurbaşkanına daha fazla yetki verilmesi” sorulduğunda şu cevabı verdi:
“Yeni yönetimin; makroekonomik istikrarı güçlendirecek ve dengesizlikleri azaltacak sağlam ekonomik politikalar uygulayacağı hususunda taahhüdünü ortaya koymasına ve aynı zamanda fiyat istikrarını sağlayabilmesi için Merkez Bankası’nın tam operasyonel bağımsızlığını güvence altına almasına ihtiyaç var.”(.imf.org/en/News/Articles/2018/07/12/tr071218-transcript-of-imf-press-briefing)
Moody’s, Fitch, IMF... Bunlar milli kuruluşlar değil; Türkiye’ye karşı kötü niyetli olamazlar mı?!
Fakat Bakan Berat Albayrak da “Merkez Bankası’nın bağımsızlığını” ve “hiç olmadığı kadar etkin olacağını” vurgulama gereği duymadı mı? Dün de bu amaçla “eylem planı”nı açıkladı.
Sübjektif niyet tartışmalarıyla vakit geçirmeden sorunu görmek ve Merkez Bankası’nın bağımsızlığı konusunda süratle güven yaratmak gerekiyor.
Doların 4.9’u gördüğü gecenin sabahında AA’ya açıklama yapması da bunu doğruluyor.
EKONOMİDE ÖNCELİKLER?
Sayın Albayrak AA muhabirinin faize ilişkin sorusuna “Bizim bu dönemde temel önceliğimiz enflasyonun düşürülmesi olacaktır, enflasyonla mücadele öncelikli alanların başında geliyor” diye cevap verdi.
Diğer bir vurgusu “ekonomide dengelenme” kavramıdır.
2017 yılında “hızlı kredi büyümelerinin görüldüğünü” hatırlatan Albayrak, yeni dönemde “enflasyon ve cari dengede iyileşmeye yönelik” politikalara öncelik vereceklerini söyledi.
Gerçekten son yıllarda ve özellikle 2017 ile 2018’in seçim arifesinde hükümet tüketimi körüklemiş, “Kredi Garanti Fonu” ile piyasalara 261 milyar lira sürmüştü.
Üretim artışı olmadan bunun yapılması büyümeyi yüzde 7’ye taşıdı, seçim kazandırdı ama enflasyonu ve cari açığı büyüttü; döviz aldı başını gitti.