Paylaş
Bu tartışmalarda “taraf” olan bir aile çok öne çıkıyor: Altanlar! Baba Çetin Altan ve oğulları Ahmet ile Mehmet Altan. Aile çok tartışılıp konuşulunca haliyle medyada baba-oğul Altanlar üzerine değerlendirmeler yapılıyor. Daha da yapılacaktır kuşkusuz. Yazın dünyasındaki ünlü baba-oğulların ilişkileri her daim merak edilmiştir çünkü…
Türkiye’deki yazın dünyasının ünlü baba-oğulları kimlerdir?
Kuşkusuz bugün ilk akla gelen Çetin Altan ile oğulları Ahmet ile Mehmet Altan’dır.
Peki başka?
Namık Kemal-Ali Ekrem Bolayır…
Recaizade Mahmud Ekrem-Ercüment Ekrem Talu...
Samih Rıfat-Oktay Rıfat…
Abdulkadir Kemali- Orhan Kemal…
Hasan Ali Yücel- Can Yücel…
Listeyi uzatabiliriz. Ama gerek yok. Çünkü merakımız başka:
Edebiyat dünyasındaki baba-oğulların ilişkisi nasıldı?
Örneğin; birbirlerini kıskanıyorlar mıydı?
Aziz Nesin “Birlikte Yaşadıklarım Birlikte Öldüklerim” adlı kitabında Çetin Altan’la ilgili bir anısını yazdı.
25 nisan 1991 tarihinde İstanbul’daki Fransız Sarayı’nda Çetin Altan ile karşılaştığını; daha sonra birlikte Yeniköy İskele Gazinosu’na gittiklerini ve orada yaşadıklarını şöyle not etti:
“İskele Gazinosunda içeriye oturduk. Rakı içmiyormuş. Çok şaşırdım. Hiç üstelemedim.
-Peki az bişey alayım, sana katılmak için… dedi.
Şişe bitti. Birer duble, birer duble daha…
İyice cıvıttı. Kimse kalmadı bizden başka. Sahibi incelik gösterip bizden izin isteyip gitti. Çetin bitürlü kalkmak bilmez. Eskisinden bin beter, boyuna ukalalık ediyor. İki oğlundan yakınıyor. Aralarında baba oğul, yazar rekabeti başlamış…. (Sansürlenmiştir.) En hoşuma giden. Ama beğenmediğim yanı yine ortada. Gizini mizini döküyor.”
Kitabı yayına hazırlayan Ali Nesin bir-iki cümleyi sansürlemişti.
Kuşkusuz bu sansür Ali Nesin’in özel hayatı koruma özeninden kaynaklanıyordu.
Aslında bu itina, yazın dünyasındaki baba-oğul ilişkileri konusunda kalem oynatılamamasına neden oluyor.Oysa dünyada baba-oğul ilişkisi konusunda birçok çalışma var.
İşte birkaçı…
Babası “o eseri ben yazdım” dedi
“Üç Silahşorlar”, “Monte Kristo Kontu”, “Demir Maskeli Adam” gibi unutulmaz eserlerin yazarı Alexandre Dumas’ın (Alexandre Dumas père)(1802-1870). Oğlu da aynı adı taşıyordu: Alexandre Dumas (Alexandre Dumas fils) (1824-1895). Ancak baba-oğul ilişkisi sorunluydu ve bu oğul Dumas’ın doğumuyla başlamıştı. Baba Alexandre Dumas çapkın biriydi. Paris’in kenar mahallesinde terzilik yapan Marie Catherine Labay’dan olan çocuğunu önce reddetti. Sonra kabul etti ve oğlunun annesiyle de evlendi.
Fakat baba-oğul arasındaki sorunlar bitmedi.
Oğul Alexandre Dumas’ın çocukluğundan itibaren eli kalem tutmaya başladı. Hikayeciliği babasına benziyordu.
Ancak baba Alexandre Dumas oğluna yazı yazmayı yasakladı. Elinde kalem gördüğünde dövdüğü bile oldu. Oğlunun yazar olmasını hiç istemedi.
Aslında baba A. Dumas hayatını sadece kalemiyle kazanıyordu. Bu nedenle dur durak bilmeden yazıyordu. Öyle ki bazen parayla tuttuğu yazarlara romanının bazı bölümlerini yazdırıyordu! Yani edebiyat dünyasında “yardımcı yazar” kullanan ilk kişi A. Dumas’tı.
Oysa şimdi kendi oğlunun yazmasına karşıydı. Niye?
Kıskançlık olabilir mi? Oğlunun yazdıklarını görüp ileri de kendisine rakip olmasından mı korktu acaba? “Edebiyat dünyasına bir Dumas yeter” diye mi düşündü? Soru çok.
Baba baskısına rağmen oğul yazmayı sürdürdü.
Ve bir gün…
Oğul A. Dumas “Kamelyalı Kadın”ı yazdı. Çok övgü aldı.
Baba A. Dumas ne yaptı dersiniz? Önce “ben yazdım” dedi, sonra “ben yönlendirdim” diye düzeltti ve en sonunda oğlunun yazdığını açıklamak zorunda kaldı.
Oğul A. Dumas edebi yolculuğunu, “Gayrimeşru Çocuk”, “Yabancı Kadın”, “Karımı Niçin Öldürdüm” gibi eserleriyle sürdürdü…
Baba da, yazar çocukları da eşcinseldi
1929 yılında Nobel Edebiyat ödülü alan Thomas Mann (1875-1955), kuşkusuz Alman yazın dünyasının en önemli yazarlarından biridir.
Thomas Mann’ın, bir profesörün kızı olan Katia Prengsheim ile evliliğinden altı çocuğu oldu.
Bu altı çocuktan ikisi tıpkı babaları Thomas Mann gibi yazar kimlikleriyle öne çıktı: Erika Mann (1905-1969) ve Klaus Mann (1906-1949).
Mann ailesinin bu üç yazar ferdinin bir ortak noktası daha vardı: Biseksüeldiler. Bunu zaten hiç saklamadılar.
“Mephisto”, “Dönüm Noktası” gibi eserler yazan Klaus Mann’ın babasıyla zor bir ilişkisi vardı.Öyle ki eşcinsel olmasının nedeni olarak hep babasının baskısını gösterdi. Babasından hep uzaklara kaçtı.
Klaus Mann’ın en yakın dostu ablası Erika Mann idi.
Erika Mann erkek giysileriyle dolaşan bir lezbiyen- aktivist idi. Kardeşiyle birlikte Almanya’da anti-faşist kabarelerde rol aldı. “Hayattan Kaçış”, “Işıklardan Aşağı” gibi eserler kaleme aldı. Babasından çok kardeşine yakındı. Ancak babası hastalanınca yanına gidip bakımını üstlenince kardeşi Klaus Mann intihar etti.
Erika ve Klaus’un hem kendi aralarında hem de babalarıyla inişli çıkışlı ilişkileri filmlere bile konu oldu: “Escape to Life”
Aslında buraya tarihçi, felsefeci, deneme yazarı Golo Mann’ı da (1909-1994) eklemek gerekiyor. O da babası, ağabeyi ve ablası gibi eşcinseldi.
Görünen o ki Thomas Mann, yazın yaşamlarında olduğu gibi cinsel tercihler konusunda da çocuklarını etkilemişti.
İlginçtir; siyasal yaşamları hep solda başlayan Mann ailesinin fertleri, ABD ile yakınlıktan sonra sol ile aralarına mesafe koydular…
Ama tüm bunlar edebi eserlerinin değerlerini hiç küçültmedi…
Baba-oğul arasındaki aşk nefret ilişkisi
Yazar, şair, eleştirmen Kingsley Amis (1922-1995), İngiliz edebiyatının önemli isimlerinden biriydi. Otuz iki yaşında yazdığı ilk romanı “Şanslı Jim” ile ünlendi; Somerset Maugham Ödülü’nü kazandı.
Oğlu Martin Amis de (1949-) yirmi dört yaşında ilk romanı “Rachel Dosyası” eseriyle aynı ödülü aldı.
Baba-oğul yazarlar arasında inişli çıkışlı bir ilişki vardı.
Kingsley, öğle yemeklerine çıktıklarında oğluna, sosyalizmi (ki kendisi sosyalistti), aşkı, seksi anlattı.
Kingsley Amis’in sözlerinden çok yaşamındaki tatsızlıklar bu baba-oğul ilişkisini belirledi. Kingsley bir alkolik gibi yaşıyordu. Üstelik oğlunun çok sevdiği annesini aldatıp duruyordu. Martin Amis zorlu bir boşanma sürecine tanıklık etti.
Bu nedenle…
Martin Amis yaşamının bir bölümünde babasının adını hiç ağzına almadı. Örneğin 1986 yılında yazdığı “The Moronic Inferno” adlı kitabının önsözünde yer verdiği hayat öyküsü ve entelektüel gelişimi adına teşekkür ettikleri arasında babası Kingsley’in adını bile geçirmedi.
Babasının hiç sevmediği edebiyatçıları, ilham aldığını yazarlar arasında göstermesi de, baba-oğul ilişkisinin ne derece sorunlu olduğunu gösteriyordu.
Baba Kingsley 1995 yılında ölünce, Martin Amis’in kırgınlığı sona erdi. 2000 yılında çıkardığı “Experience” kitabında bu kez babasının ne kadar eşsiz bir baba ve ne kadar eşsiz bir yazar olduğunu belirtti.
Fakat bu duygusal yakınlığa rağmen yine de babasının politik geçmişiyle uğraştı. 2002 yılında yazdığı “Koba the Dread: Laughter and the Twenty Million” adlı eserinde Sovyetler Birliği’nde yirmi milyon insanın ölümünden J.Stalin’in kuklası olarak gördüğü -babası gibi- komünistleri sorumlu tuttu.
Aslında Martin Amis’in karşı çıktığı sosyalizm miydi; yoksa ilgisiz komünist bir baba mı?
Tüm bunlar ideolojik bir eleştiriden çok, babasından beklediği ilgiyi göremeyen bir yazar oğlun travması mıydı? Hala tartışılıyor…
Babası çok içki içiyordu
“Ayna”, “Kar”, “Kış Günü” gibi şiirler yazan Sovyetler Birliği’nin ünlü şairi Arseny Tarkovsky’un (1907-1989) oğlu da tanınmış bir isimdi:
Rusya’nın dahi film yönetmeni-yazar Andrei Tarkovsky (1932-1986).
Baba-oğul Tarkovskyler’in ilişkisi nasıldı?
Ne inişli çıkışlıydı; ne de sorunlu. Çünkü baba-oğul hayatlarında pek sık bir araya gelemediler.
II. Dünya Savaşı’ndan bir kolunu kaybederek dönen baba Arseny Tarkovsky alkol sorunu nedeniyle evliliğini yürütemedi.
Andrei Tarkovsky için yine babasız günler başlamıştı. Aslında çok da büyük üzüntü duymadı; annesinin hemen her gün ağlaması artık sona ermişti.
Andrei, hayatını annesi ve anneannesiyle sürdürdü. Babasına pek de öfke duymadı. Şiirlerini hayranlık derecesinde sevdiğini her fırsatta dile getirdi.
Babasının “Ayna” ve “Stalker” şiirlerini beyaz perdeye taşıdı.
Aslında babası gibi hep şair olmak istemişti.
Bilinir ki, aslında hiç “film çekmemiştir”; çektiği görsel bir şiirdir.
Evet, uzatmayalım…
Baba oğul ilişkileri genellikle sancılı geçer; hele bir de aynı mesleği yapıyorlar ise bu daha da güçleşir. Zorlu yaşamlar, travmalar, iç hesaplaşmalar; yazarın hayattaki duruşuna ve üretimine farklı biçimde yansır.
Umarız bizim baba-oğul edebiyatçılarımızın hayatları da hiçbir sansüre tabii tutulmadan bir gün yazılır.
Belki o zaman, kimin neyi, niçin yaptığı daha iyi anlaşılır…
BU BABA-OĞULLARI TANIYOR MUSUNUZ
Bu sayfaya laf olsun diye “Not Defteri” adını vermedim.
Aziz Nesin gibi büyük ustalarla az da olsa birlikte çalışmışlığımız var. O kuşak günlük tutmayı ya da yaşadıklarını not etmeyi hep sürdürdü. Onlar örnek alınacak büyük ustalardı.
Benim de sağımda solumda hep küçük defterler bulunur. İlgimi çeken bilgileri not ederim.
İşte bu defterden birkaç baba-oğul anekdotu…
-Turgay Şeren’in babası sosyalistti:
Futbolseverler Turgay Şeren’in kim olduğunu bilir. Türk Milli Takımı’nın unutulmaz kaptanı ve kalecisidir. Şimdi Akşam Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapıyor.
Babası Sabit Şevki Şeren Çankaya Köşkü’nde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün özel kalemi olarak çalıştı. 1944 yılında, yerine Süreyya Anderiman’ın getirileceğini öğrenince küsüp görevinden ayrıldı. Daha sonra…
24 Mayıs 1946 tarihinde Türkiye Sosyalist İşçi Partisi’ni kurdu.
“Tehlikeli” bulunup partisi kapatılan sosyalist bir babanın oğlu olan Turgay Şeren, yıllarca Türk Milli Takımı’nın kalesini koruyup, kaptanlık yaptı.
-Orhan Veli’nin babası müzisyendi:
Şair Orhan Veli’nin babası Veli Kanık, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasında baş klarnetçi idi. Orhan Veli’nin bir senfoni gibi işlediği mısraların nereden kaynaklandığı ortaya çıkıyor.
Konu geldi parantez açmalıyım: Ahmet Haşim, Nazım Hikmet’in şiirleri hakkında düşüncesini şöyle söylemişti: “Nazım’ın şiirleri senfonik bir orkestra gibi; ancak orkestra sürekli marş çalıyor!”
Böyle incelikli eleştiriler maalesef artık yok…
-Rutkay Aziz’in babası yönetmendi:
Rutkay Aziz ve kızı Doğa Rutkay’ın akrabalarını tanır mısınız? Rutkay Aziz’in babası Fikri Rutkay bir dönemin tanınmış yönetmeniydi. Amcası Fuat Rutkay Halk Film’in sahibiydi. Fuat Rutkay’ın eşi ise ünlü Türk Halk Müziği solisti ve film artisti Suzan Yakar’dı.
-Enis Fosforoğlu’nun babasının Renan Fosforoğlu olduğunu biliyordum. Ama Can Gürzap’ın babası Reşit Gürzap’ın sinema oyuncusu olduğunu bilmiyordum.
-Sedenler film yapımcılığı için şeyh babalarından izin almışlar:
Rahmetli Osman Faruk Seden’in babası Kemal Seden ve amcası Şakir Seden de film yapımcısıydı.Kemal Seden bu işe girmeden önce maliye memuruydu.
İki kardeş sinema sektörüne girmek için babaları Şeyh Ahmed Hamdi Efendi’den izin almak için yanına gittiler.
Şeyh babaları, “oğlum bu işi yaparken hırsızlık yapacak mısınız” diye sordu. “Hayır” yanıtını alınca bu kez “kendiniz çalışıp emek verecek misiniz” diye sordu. “Evet” yanıtını alınca, “Eee o zaman niye haram olsun, gidin yapın” dedi.
Rahmetli Süreyya Duru’nun da hikayesi farklı değildi. O da sinemaya babası Naci Duru ve amcası Nafiz Duru’nun yanında başladı.
Uzatmayalım yerimiz dar. Bu toprakların yetiştirdiği daha ne çok başarılı baba oğul hikayesi var. Keşke bunları kitaplara, belgesellere taşıyabilsek.
Öte yandan…
TRT bizim insanlarımızın belgesellerini yapıp tarihe miras bırakacağına, Mustafa Barzani ve oğlu Mesut Barzani’nin belgeselini yapıp yayınlıyor. Ne diyelim, yakışır!
Paylaş