Paylaş
ŞAİR Ece Ayhan hasta yatağında 1999’da yazdığı ve henüz yayınlanmamış güncesinde, bir dönem aşk yaşadığı Nilgün Marmara için şunu yazdı:
“Muzip kadın Nilgün Marmara. Tezer (Özlü) ile birlikte bana muziplikler yapmaya bayılırdı. İkisi de aynı anda göğüslerini gösterirlerdi. Güzeldi...”
Nilgün Marmara; 13 Ekim 1987 tarihinde, beşinci kattaki evinin, yatak odası penceresinden atlayarak intihar etti.
29 yaşındaydı.
Manik-depresif idi.
Tıpkı 31 yaşında intihar eden manik-depresif şair Sylvia Plath gibi.
Nilgün Marmara’nın yaşamöyküsünü ve intiharını anlayabilmek için Sylvia Plath’ın yaşamını bilmek gerekir...
Sırça Fanus
Tarih 11 Şubat 1963...
Sylvia Plath, otobiyografik romanı “Sırça Fanus”u (The Bell Jar) bitirdikten bir ay sonra intihar etti.
Annesi kızının kitabını ABD’de yasaklattırmak için çok çaba harcadı ama başarılı olamadı.
Amerikalı anne ve Alman bir babanın kızıydı. Profesör babasını sekiz yaşında 1940’ta kaybetti. Bu ölümle sonsuz bir depresyon sürecine girdi. Kendini yalnız bıraktığı için babasından nefret etti.
Asosyaldi. İntihara meyilliydi. Manik-depresif idi.
Başarısızlık karşısında hep intihara teşebbüs etti. Akıl hastanesinde yattı.
Sıkıntılarını yazıyla, şiirle gidermeye çalıştı.
Fullbright bursuyla gittiği Cambridge Üniversitesi hayatını biraz olsun değiştirdi. Şiirlerine âşık olduğu İngilizlerin önemli şairlerinden Ted Hughes ile tanışıp evlendi. Londra’ya taşındı.
Bu evlilikten iki çocukları oldu. Ama çocuklar Sylvia Plath’ın ruhsal sorunlarını gideremedi.
Kocasını sürekli yazan deyim yerindeyse “dizeler fabrikatörü” ve kendisini yazamayan/başarısız şair olarak görmesi hastalığını tetikledi. Dengesiz ruh hali yakasını hiç bırakmadı. Baba nefreti yerini koca kıskançlığına bıraktı. Son olarak eşinin şair Assia Wevill ile ilişkisini öğrenince yıkıldı. Çocuklarını alıp eşinden ayrıldı; Londra’da hayatına intiharla son vermiş şair William Butfer Yeats’ın evini kiraladı. Sylvia Plath, intihara tanık olan bu evin bir “işaret” olduğuna inanmaya başladı.
Ve bir gece...
Uyuyan çocuklarını seyretti. Başuçlarına kurabiyelerle dolu bir tabak ve süt koydu. Odalarının kapısını kapattı. İçeriye zehirli hava girmemesi için kapının kenarlarını bantladı. Mutfağa gitti, havagazı fırınının içine kafasını soktu...
Tarihler 11 Şubat 1963’ü gösteriyordu...
(6 yıl sonra şair Assia Wevill da tıpkı Sylvia Plath gibi mutfak gazını açarak intihar etti. Tek farkı, Ted Hughes’dan olan dört yaşındaki kızı Shura’yı da yanında ölüme götürmesiydi!)
Tez konusuydu
Nilgün Marmara’nın Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyat Bölümü’ndeki tezi şuydu: “Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi”...
Sylvia Plath’ın yalnızlığa ve hayata bakışı Nilgün Marmara’yı çok etkiledi. Yazgısının aynı olduğunu düşündü. “Ben babamın yuvarladığı çığın altında kaldım...”
Balkan göçmeni bir ailenin çocuğuydu. İstanbul Modalıydı.
Fikri ve Perihan çiftinin iki çocuğu vardı: Aylin ve Nilgün.
Schubert ninnileriyle, büyük kütüphanesi olan bir evde büyüdü.
Kadıköy Maarif Koleji’nin ele avuca sığmaz, özgür ve özgün kızıydı. Solcuydu.
12 Eylül 1980 darbesi olduğunda Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenciydi. Üniversitenin “kırmızı salonu”ndaki dil, şiir, edebiyat tartışmaları bitmiş; artık gizli ev toplantıları dönemi başlamıştı. Bohem bir hayat yaşıyorlardı.
Şiir yazmaya başladı: ama dizelerini kimseye göstermedi.
Bu dönemde, II. Dünya Savaşı’nda Fransa’da Direniş Hareketi’nde görev alarak Provence bölgesinde ‘Yüzbaşı Alexander’ takma adıyla mücadele veren şair Rene Char’ın çevirisini yaptı.
1982’de endüstri mühendisi Kağan Önal ile evlendi.
Artık şairlerin yeni uğrak yeri Kızıltoprak’taki evleriydi. Ece Ayhan, Cemal Süreya, Edip Cansever, Tomris Uyar, İlhan Berk, Cezmi Ersöz, Orhan Alkaya, Küçük İskender gibi edebiyatçılar ev toplantılarında bir araya geldi.
Pazar günleri “but partisi” yaptılar; fırında tavuk budu yapmalarından dolayı partilerine bu ismi verdiler.
Nilgün Marmara bugünlerde şarkı söyledi, caz gırtlağı sesiyle. Cemal Süreya, Amerikalı yazar F. Scott Fitzgerald’ın “ele avuca sığmayan” karısı Zelda’ya benzetti onu. Adı “Çılgın Zelda” olarak kaldı.
Eşinin işi nedeniyle bir ara Libya’da yaşadı. Baskıcı bu ülke onu boğdu. Türkiye’ye döndüler.
Fakat psikolojisi giderek kötüleşti. Başvurduğu psikiyatrlar okuma-yazmaya ara vermesini istediler. Bir de ilaçlarını aksatmamasını söylediler.
Hiç dinlemedi. Yalnızlığa ve içkiye gömüldü.
Ve bir gün...
Eşi Kağan eve geldiğinde masanın üstünde ecza dolabından alınmış ilaçları gördü. Lavaboda da ilaçlar vardı. Yatak odasına girdiğinde hiç kullanmadıkları pencerenin arasına perdenin sıkışmış olduğunu fark etti.
Açtı.
Aşağıya baktı...
Ergenekon parmağı!
Aradan yıllar geçti.
Ve “perdeye” yine bir manik-depresif kadın şair çıktı: Lale Müldür.
“Nilgün Marmara’nın intihar ettiğini düşünmüyorum. Nilgün’ün camdan atıldığına inanıyorum. Kağan’ın general olan babasından şüpheleniyorum. Nilgün’ü pencereden atmak üzere bir askerin tutulduğunu düşünüyorum. Savcı yeniden olayı açmak istemiş ancak annesi korktuğu için olayın üstü o şekilde kapanmış.”
Lale Müldür, Türkiye’nin gündeminden ve her taşın altında “Ergenekon” arayan yakın arkadaş çevresinden çok etkilenmişe benziyor. Nilgün Marmara olayında “Ergenekon parmağı” arıyor!
Kağan Önal tepkili: “Bu yazıyla ilgili dava açma hakkımız var ve o ihtimali de düşündük. Ama ben Lale Müldür’ün akli ve cezai ehliyeti olmadığını, bu yazının da ciddiye alınacak yanı olmadığını düşünüyorum. Lale, Nilgün’ün son birkaç ayında onunla hiç görüşmemişti bile.”
Nilgün Marmara, hayata kürdan kılıçla karşı durmaya çalışan bir şairdi; tıpkı Sylvia Plath gibi...
Onlar, “İntihar Kulübü”nün üyesiydiler...
DENEYSEL ÖLÜMÜN MİMARI: BEŞİR FUAD
Beşir Fuad denince aklıma nedense hep yalnızlık gelir. Onun sona gidişi de, çok kişi gibi beni çok etkiledi.
Osmanlı’nın ilklerindi:
Türk edebiyatının ilk denemecisi.
Gerçekçiliği ve doğalcılığı sistemli şekilde ele alan ilk edebiyatçı.
Kara çalmadan, küçük düşürmeden, özel hayata girmeden; yalanın ve adam kayırmanın karşısına dikilen, nesnel düşünceye, bilgiye dayanan ilk eleştirmeni.
İlk biyografi yazarı.
Materyalizme inanan ilk felsefeci.
Tüm bunlara rağmen hiçbir unvanı kabul etmedi: “Bana mutlak unvan vermek istiyorsanız, ‘Bilim Dostu’ deyiniz.”
Fransızca, İngilizce, Almanca bilen entelektüel.
Girit ayaklanmasını bastırmak için orduya gönüllü yazılan bir idealist.
Yaşamı kadar ölümü de sıra dışı; deneysel ölümün ilk mimarı...
35 yaşında...
5 Şubat 1887’de bilek damarlarını kesip yaşadıklarını kaleme dökerek hayata veda etti.
“Ameliyatımı icra ettim, hiçbir ağrı duymadım. Kan aktıkça biraz sızlıyor. Kanım akarken baldızım aşağıya indi. ‘Yazı yazıyorum, kapıyı kapadım’ diyerek geri savdım. Bereket versin içeri girmedi. Bundan daha tatlı bir ölüm tasavvur edemiyorum. Kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım. Baygınlık gelmeye başladı...”
Ne güzel yazdı Enis Batur:
“Bir zaman da böyle geçsin, pusula/durmadan dönüp dursun: şimdi/
neredeyim? Yüksek düş’ün içinde/sarsıntı, soğuk ter gırtlağımda/
bir güz mührü, neredeyim ki azalıyorum/gecede yükseliyor simsiyah kanım.///
bir zaman da böyle geçti, pusula/durmadan döndü ve durmadan durdu:/
şimdi buradayım: kâğıtla kalem/arasında titrek, kararsız, bir sınır/
varsa beni benden ayıracak, tam da/kanın mürekkebe dönüp kuruduğu yerdeyim./
-Beşir Fuat, yanlış kardeşim benim.”
Vasiyeti vardı Beşir Fuad’ın:
“Cesedim, anatomi dersinde incelemeleri için Mekteb-i Tıbbiye öğrencilerine verilmelidir.”
Böylesine bir yazar, edebiyat tarihinde hep birkaç satırla geçiştirildi.
Bunun nedeni dinsizliği ve intihar etmesiydi.
Zaten muhafazakâr edebiyat çevresi intihar etmesine dinsizliğinin sebep olduğunu düşündü! Örneğin bu nedenle Ahmet Mithad, Beşir Fuad’ı Müslümanlar için kullanılan “merhum” sözcüğüyle değil “müteveffa” diyerek andı sürekli.
O, resmi ideoloji için “materyalizm denilen felaket hastalığına yakalanmış zavallı çocuk”tu!
Aslında Beşir Fuad’a düşmanlık etmelerinin nedeni, tercümeci Tanzimat aydınına savaş açmasıydı. Bunun rahatsızlığını duyanlar, hayatta iken seslerini bile çıkaramayanlar, ölümü ardından onu yok etme çabasına girdi.
Neyse, Beşir Fuad hâlâ yok sayılıyor.
Buraya ekleme yapmalıyım:
İran edebiyatının tanınmış yazarlarından Sadık Hidayet’in intiharı da biraz Beşir Fuad’a benzer.
O da, İran monarşisine karşı çıkıp, yobaz dincilikle mücadele etti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İran’ın karanlığa gömülmesi karamsarlığını artırdı. Kendini yalnız ve değersiz hissetti.
Hayatına son vermeye karar verdi.
Önce günlerce Paris’te havagazı olan bir daire aradı; bulup hemen yerleşti.
Ve 9 Nisan 1951 günü...
Her zaman ki gibi tertemiz giyindi. Saçlarını taradı. Kokusunu sürdü. Salondaki masasına geçip yazdıklarını kontrol etti. Sonra...
Son bir hikâye yazmaya başladı; yavrusuna ‘Salgı salamayasın’ bedduası eden anne örümcekle ile, ağ yapamayıp ölen yavru örümceğin hikâyesini.
Beğenmedi yazdıklarını, yarım bıraktı hikâyesini.
Masadan kalktı, evin her tarafını kapattı.
Havagazı musluklarını açtı...
Sadık Hidayet son hikâyesinde annesiyle ilişkisini mi yazıyordu acaba? İntiharında annesinin nasıl bir rolü vardı?
Beşir Fuad, yaşlandığında annesi gibi delirmekten mi korkup intihar etmişti?
İntihar edenin ardından binlerce soru çıkar ortaya.
Oysa:
Hiç kimse intihar etmek için iyi bir nedenden yoksun değildir.
EŞLERİYLE İNTİHAR EDENLER
Beni en çok etkileyen Stefan Zweig’ın intiharı.
Ancak, son yolculuğa gidiş şeklinden çok, tarihsel karakterler üzerine yazdığı biyografi ve denemelerdeki psikolojik çözümlemelerine hayran oluşumdan belki. Viyana’da varlıklı bir ailenin oğlu olarak 1881’de doğdu.
Hümanist bir savaş karşıtı olması nedeniyle Nazilerin baskısı sonucu 1938’de İngiltere’ye gitti. Bir yıl sonra ABD ve ardından Güney Afrika ve sonunda Brezilya’ya yerleşti.
Almanca konuşulan tüm ülkelerde eserleri toplanıp yakıldı; okunması yasaklandı.
Avrupa’nın içine düştüğü durum büyük düş kırıklığına neden olmuştu.
Bir gün...
Yerleştiği Brezilya Petropolis kentinde, Hitler’in Süveyş Kanalı’na saldırdığı haberini gazeteden okuyunca apar topar evine döndü. Hitler’in artık dünyayı ele geçireceği karamsarlığına kapıldı.
Zaten birkaç gün önce bitirdiği “Satranç” adlı kitabında da Avrupa kültürünün faşizm altında nasıl yok olduğunu yazmıştı.
23 Şubat 1942’de...
Eve gidenler yatak odalarında karısı Lotte ile Stefan Zweig’ı yerde buldular. Üzerinde çiçekli bir kombinezon bulunan Lotte, kahverengi gömlek ve pantolon giyip, kravat takmış kocasına sarılı haldeydi.
Uyku hapı alarak intihar etmişlerdi.
Masanın üzerinde yazdıkları son mektup vardı. “Artık güneşin doğmasını bekleyecek gücüm kalmadı ama siz yeni doğacak güneşi mutlaka bekleyiniz.”
Yaşamı kadar ölümüyle de bir misyon üstlenmişti.
Zweig 60, Lotte ise 33 yaşındaydı...
Karı-koca intihar edenler sadece onlar değildi.
Edebiyatçı-filozof Andre Gorz, amansız bir hastalığa yakalanan eşi Dorine’yi yalnız bırakmamak için onunla birlikte ölüme gitti.
24 Eylül 2007 günü kapılarında bir not asılıydı: Jandarmaya haber verin!
Günlüğüne ise şöyle yazmıştı:
“Geceleri bazen, boş bir yolda ve ıssız bir manzarada bir cenaze arabasının ardından yürüyen bir adamın karaltısını görüyorum. O adam benim. Cenaze arabasının taşıdığı ise sen. Senin yakılma törenine katılmak istemiyorum. Elime içinde küllerin bulunduğu bir kavanoz vermelerini istemiyorum...”
Paylaş