Paylaş
OSMANLI ’da ilk resmi sansür ne zaman oldu: Matbaa gelir gelmez!
Matbaanın kurulduğu 1720’ler sonunda Şehit Ali Paşa’nın kitapları sorun çıkardı.
Bab-ı Meşihat’tan verilen fetvada; felsefe, tarih, astroloji ve şiirlere ilişkin eserlerin basılmasının, satılmasının caiz olmadığı buyruldu.
Zaten İbrahim Müteferrika’ya hatt-ı humayun belli ölçüde izin vermişti; fıkıh, tefsir-i hadisi şerif, kelam kitapları matbaaya sokulmayacaktı!
Şeyhülislam Abdullah Efendi’ye göre ise, lügat, mantık, hikmet ve he’yet ile bunların emsali ulumu tümden yasaktı.
Matbaa kurmanın padişah iznine bağlı olduğunu yazmaya gerek var mı? Daha sonra çıkarılacak gazetelerin izni de ancak Saray’dan alınacaktı.
İzin alanlar yemin billah ediyorlardı: “Dine, devlete, ahlaka ve adaba aykırı hareket etmeyeceğim.”
Polise uyarı:
Kitapçıya dikkat
“Her kafadan bir ses çıkmasın, şu işi bir kaideye bağlayalım” diyen Osmanlı, 1854’te Matbuat Nizamnamesi çıkardı. Bu II. Napolyon’un 1852’de çıkardığı basın kanununun tercümesiydi.
Ancak bu da yeterli gelmedi.
Sadrazam Ali Paşa ünlü “Ali Kararnamesi”nde basının nasıl olması gerektiğinin altını çizdi: “Devletin zaafını millete söylemek vatanperverlik sayılmaz.”
Ve dolayısıyla ardından, Diyojen, İbret, Hadika, Şark, Hayal vd. kapatıldı.
Düşünebiliyor musunuz, 1729’dan o yıllara kadar basılan eser sayısı sadece 3 bindi. Osmanlı “Okur yazarlığı nasıl artırırım, daha ne kadar çok kitap bastırırım” diye düşünmüyordu.
Kafasında sadece sansür vardı.
Öyle ki, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra kurulan polis örgütünün ilk görevlerinden biri sansürdü. Polis nizamnamesinin 13’üncü maddesi şöyle diyordu: Kitapçı dükkânlarına dikkat!
Avrupa’ya en yakın Sadrazam Ali Paşa bile basına yönelik böyle bir kararname çıkarır da, Rusya’ya yakın sadrazam Mahmut Nedim Paşa durur mu? 11 Mayıs 1876’da yayınladığı kararnameyle, gazetelerin daha basılmadan önce kontrol edileceğini duyurdu. Sansür getirilen sayfaların o bölümleri boş/beyaz bırakılacaktı.
Fakat bu boş/beyaz bırakılan yerlerin çokluğu üzerine ve bunların vatandaşların zihinlerde çeşitli varsayımlara yol açtığı düşünülerek bu uygulamadan vazgeçildi. Boş/beyaz bırakılmayacak, onaydan geçen başka bir haber konulacaktı.
“İşsiz Güçsüz Bir Kadın”a sansür
Osmanlı tarihinde sansür, jurnal, ispiyon denilince ilk akla gelen isim Sultan II. Abdülhamid. Bu konuda yaptıkları biliniyor.
Burada bir parantez açmalıyım:
Evet II. Abdülhamid çok kitaba sansür getirdi; İstanbul’a girişini yasakladı vs.
Fakat.
Amerikalı kadın yazar Frances Elliot’un arşiv belgelerinde “İşsiz Güçsüz Bir Kadının İstanbul Jurnali” adlı kitabı niye yasakladı bunu bilemiyorum.
Çünkü Amerikalı yazar daha önce “Başıboş Bir Kadının İtalya Günlüğü” adlı kitabı yazmış ve hayli ilgi görmüştü.
“Osmanlı’nın yoksulluğunu gösteriyor” diye mi sansüre uğradı acaba?
Neyse yazdığım gibi II. Abdülhamid dönemi sansürü biliniyor.
Üzerinde pek durulmayan konu ise; İstanbul’un işgali döneminde basına getirilen sansür. Bu konuda çok az araştırma var.
İngiliz Çavuş’un yaptıkları
Mütareke döneminde İstanbul’daki işgal kuvvetleri komiserliğine bağlı sansür idaresi “Altıncı Daire”ydi.
Buranın komutanı bir İngiliz Çavuş’tu! Aslında Ermeni’ydi ve Türkçe bildiği için görev ona verilmişti.
Basının Peyam-ı Sabah, Alemdar, İstanbul, Ümit, Aydede gibi yayın organlarının kelli felli yazarları bu Çavuş’un önünde “secdeye” varıyorlardı.
Çavuş gelen ihbarlar üzerine bazı yazarların (örneğin Yakup Kadri, Falih Rıfkı gibi) makalelerini sansürlüyordu.
Gazeteleri kapatıyordu.
Bazen kitap da toplatıyordu.
Toplatılan kitaplardan biri neydi bilir misiniz; iki ciltlik “Ergenekon” kitabı!
Ziya Gökalp’in, Ömer Seyfettin’in Ergenekon temalı yazıları, şiirleri de sansürlendi.
İngilizler Ergenekon kitabından niye rahatsızlık duymuşlardı acaba?
Kitabın Türk halkına nasıl bir mesaj verdiğini düşünüyorlardı? Bozkurt efsanesinden neden rahatsız olmuşlardı?
Kılkuyruk Kemal’i tanır mısınız
Düşünceye, bilgiye düşmanlığın adıdır sansür.
Toplumsal dönüşümlerin hız kazandığı dönemlerde sansür de hız kazanır. Çünkü düşüncenin maddi bir güce dönüşmesinden korkarlar. Bu süreçte sansürcüler zorbalık, şiddet ve baskıdan güç alırlar.
Sansürün varlığı günümüze kadar ulaşmıştır, sadece biçim ve görünümü değişmiştir. Örneğin sansürcü sadece korkutup sindirmez; satın da alır!
Biliniz ki, nerede bir sansür varsa orada jurnalcilik ve ispiyonculuk da vardır.
Merkezi otorite güçlendikçe muhbir kullanımı ve muhbir sayısı da artmaktadır.
Günümüz medyasında sosyal bir felaket haline hızla dönüşen; bazı muhbir köşe yazarlarının, bazı yazarları, gazetecileri siyasal iktidara, patrona, savcıya, polise ispiyonlamasının altında kişilik zafiyeti yatar. Bu “İspiyon Sosyolojisi” araştırılması gereken konularından biridir.
Evet:
Sadece Ali Kemal’leri değil Kılkuyruk (Abdülmukbil) Kemal’leri de iyi bilmek-tanımak gerekir.
II. Abdülhamid Ben Hur’u çok sevdi
ADI: Lewis Wallace.
Dünyanın en tanınmış romanı (ki defalarca da filme de çekilen ve 10 dalda Oscar kazanan) Ben Hur’un yazarıydı.
Aslında bir askerdi; ABD iç savaşında Kuzey Orduları generaliydi.
1882’de ABD Büyükelçisi olarak İstanbul’a geldi.
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki resmi adı, “Memaliki Müctemial Amerikan Devleti Sefiri Kebiri” idi.
II. Abdülhamid bu yeni Amerikan elçisini çok sevdi.
Ortak noktaları çoktu: Örneğin gençliğinde iyi bir binici olan II. Abdülhamid, generalin süvari olduğunu öğrenince onunla sık sık Yıldız Sarayı’ndaki ahırlara ve binicilik okuluna gitti.
İkisi de tarihe meraklıydı. Okumayı seviyorlardı.
II. Abdülhamid, elçinin bir önceki yıl “Ben Hur” adında bir eser çıkardığını öğrenince romana çok ilgi gösterdi.
Yıldız Sarayı’nda elçi Wallace, Ben Hur’u bir hafta boyunca padişaha okudu. General okudu, tercüman çevirdi, II. Abdülhamid dinledi.
Roma döneminde geçen roman neyi anlatıyordu:
Ben Hur, en yakın dostu Messela’nın ihanetine uğrayıp tüm yakınlarını kaybeden aristokrat bir Yahudi’ydi. Acı dolu yıllar sonunda Messela’yı vahşi bir araba yarışında yenerek öcünü alıyordu.
Romanın böyle bitmesi II. Abdülhamid’i çok mutlu etti.
Kolay kolay kimseye güvenmeyen padişah sadece sarayının kapısını ardına kadar ABD elçisine açmakla kalmadı, bir de ona özel koleksiyonundan “Saray Cariyesi” adlı tabloyu hediye etti.
Ancak bu tablo elçi Wallace’nin başını zora soktu.
Osmanlı, ABD’den silah almak istiyordu. İç savaşta Güneylilerin kullandığı 40 bin kadar Enfield marka piyade tüfeği, 200 bin adet Springfield marka tüfek süngüsüyle, mermiler almak istiyordu.
O dönem için bu oldukça büyük bir silah satışıydı.
Ve ister istemez Osmanlı’yı elinden kaçırmak istemeyen İngilizler bu işten pek hoşnut değildi.
Osmanlı Donanması’nda çalışan İngiliz Sir Henry Woods Paşa bu silah işiyle çok ilgilendi. ABD elçisini gözden düşürmek ve II. Abdülhamid’le yakınlığına son vermek için hediye edilen tablo meselesini yakın dostu New York Herald Gazetesi’nin patronu James Gordon’a telgrafla bildirdi. Ancak haberi yazdırırken minik bir değişiklik yaptı; “Saray Cariyesi” tablosu birden “Cariye”ye dönüştürdü. Telgrafa göre, II. Abdülhamid ABD elçisi Wallace’ye güzel bir cariye hediye etmişti!
Osmanlı haremine meraklı Amerikan basını olayı büyüttü. İş çığırından çıktı. Büyükelçinin ABD’deki eşi evi terk etti.
Sonunda ABD Başkanı James Garfield, İstanbul’daki elçisine telgraf çekerek olayın aslını sordu.
Sonunda gerçek anlaşıldı. Elçi Wallece savaşta bile bu kadar zorlanmadığını söyledi.
Bu arada yanlış anlaşılmamak için yazının sonuna bir not eklemeliyim:
II. Abdülhamid okumaya meraklı biriydi ama çok kitabı da yasakladı.
Örneğin polisiye romanları çok seviyordu ama, 1902’de Paris’te basılan Dr. Paul de Regla’nın “Casusluk Memleketinde” romanını yasaklattı. Kitap V. Murad’ın tahttan indirilip II. Abdülhamid’in tahta çıkış günlerini anlatıyordu. (Kitap 2005’te Türkçeye çevrildi: “Hafiyeler Ülkesi Türkiye” adıyla.)
Özetle herkes Ben Hur’un yazarı ABD elçisi Wallace gibi şanslı değildi.
II. Abdülhamid Cyrano de Bergerac’ı niye yasaklattı
“Ya ne yapmak lazımmış?
Sağlam bir dayı bulup çatmak sırnaşık gibi/
Bir ağaç gövdesini tıpkı sarmaşık gibi/
Yerden etekleyerek velinimet sanmak mı?/
Kudretle davranmayıp hileyle
tırmanmak mı/?
İstemem eksik olsun!/
Yoksa bir sürü keli,/
Sırma saçlı diyerek göğe mi çıkarmalı?/
Yoksa ödüm mü kopsun bir Allah’ın aptalı/
Gazeteye bir tenkit yazacak diye her gün?/
Yahut sayıklamak mı lazım:
Adım görünsün, Aman! diye/
Şu meşhur Mercure Ceridesi’nde/
İstemem eksik olsun!/
Ve ta son nefesinde/
Bile çekinmek, korkmak, benzi sararmak, bitmek/
Şiir yazacak yerde ziyafetlere gitmek/
Karşısında zoraki sırıtmak her somurtkanın/
Eksik olsun istemem, istemem eksik olsun./
Fakat...
Şarkı söylemek, gülmek, dalmak hülyaya;/
Yapayalnız, ama hür, seyahat etmek aya/
Gören gözü, çınlayan sesi olmak/
Ve canı isteyince şapkayı ters giymek/
Karışanı olmamak/
Bir hiç için ya kılıcına veya/
Kalemine sarılmak /
Ve ancak duya duya yazmak/
Varsın küçücük olsun zaferin/
Fakat bil/
Onu fetheden sensin yoksa başkası değil/
Ara hakkını hatta kendi nefsinde bile/
Velhasıl bir asalak zilletiyle tırmanma!/
Varsın boyun olmasın söğüt kadar/
Bulutlara çıkmazsa yaprakların ne zarar?/
Kavaklar sıra sıra dikilse de karşına/
Boy ver/
Dayanmaksızın/
Yalnız ve tek başına...”
Bu sözleri anımsıyor musunuz?
Cyrano de Bergerac’tan!
Edmond Rostand’ın ölümsüz eserinden.
İlk kez 27 Aralık 1897’de 1800 kişilik Paris Porte Saint-Martin’de sahnelendi. Ve alkışlar o günden bugüne hiç durmadı.
Oyunun sahnelendiği dönemde Fransa Yüzbaşı Dreyfus Davası’yla çalkalanıyordu. Ünlü yazar Emile Zola ve bir grup aydın, sadece Yahudi olduğu için casuslukla itham edilen Dreyfus’u destekliyor ve yargılayanları vicdanlarının sesini dinlemeye çağırıyorlardı.
Edmond Rostand da bu aydınlardan biriydi.
Bu bilgilerden sonra gelelim konunun bizim tarihimizle ilgili bölümüne:
Cyrano de Bergerac yazıldığı ve oynandığı dönemde Osmanlı Sarayı’nın sultanı II. Abdülhamid idi.
Tiyatroya meraklı idi.
Sözü burada kızı Ayşe Osmanoğlu’na bırakalım:
“Vaktiyle sarayda ortaoyunu çok rağbet görürmüş. Esasen babam alaturkayı pek sevmediğinden alafranga oyunlar oynatmaya başlamıştı. İstanbul’a herhangi bir grup gelse, derhal elçiler tarafından haber verilir, tavsiye olunurdu. Böylece gruplar saraya gelirdi. Bu suretle pek çok sanatkar gelmiş, huzurunda çalmışlar, oynamışlardı. Bunlara nişanlar verilmiştir. Fransa sefiri Constans meşhur Sarah Bernhardt’la Coquein Cadet’i saraya getirmişti. Oyundan sonra bunlara nişan verildi. Babam bütün bu tiyatro işlerinde İlyas Bey’i kullanırdı. Genellikle cuma günlerinin akşamları tiyatro olacağını bildiğimizden bu akşamı sevinçle beklerdik.” (Babam Sultan Abdülhamid)
Yıldız Sarayı’nda padişahın huzurunda tiyatro oynayan ve nişanla ödüllendirilen Sarah Bernhardt, Edmond Rostand’ın konusunu Kitab-ı Mukaddes’ten alınan “La Samaritaine”nin başrol oyuncusuydu.
Sarah Bernhardt’a kapılarını açan Yıldız Sarayı nedense Edmond Rostand’ın ölümsüz eseri Cyrano de Bergerac’ı yasakladı. Oyunun İstanbul’a gelişine izin verilmedi.
Kimine göre bunun nedeni; Cyrano de Bergerac’ın uzun burnunun II. Abdülmahid’e benzemesiydi.
Kimine göre ise oyundaki iğneleyici sözler II. Abdülhamid’i rahatsız etmişti.
Cyrano de Bergerac yıllar sonra 1941’de Sabri Esat Siyavuşgul’in çevirisiyle Türkçe’ye kazandırıldı.
O dönemde bir eserin bir ay sahnelenmesi büyük olaydı. 1943’te Reşat Nuri Güntekin’in Yaprak Dökümü’nün üç ay sahnede kalması büyük ses getirmişti. (İlginçtir bu eser iki kez de diziye dönüştürüldü ve her ikisi de hayli beğenildi.)
Cyrano de Bergerac 1945 yılında sahneye kondu ve Yaprak Dökümü’nün rekorunu üç ay sahnede kalarak egale etti.
Kelime büyücüsü olarak bilinen Cyrano de Bergerac’ın yıllar sonra Türk okuyucusu ve seyircisiyle buluşması hayli görkemli olmuştu.
Ama bugün hâlâ II. Abdülhamid’in Cyrano de Bergerac’ın İstanbul’a getirilmesini neden istemediği bilinmiyor.
“Osmanlı Dram ve Komedi Kumpanyalarınca İcrası Memnu Olan Oyunların Esamisini Mübeyyin Defter”ine niye adını koyamadı acaba Cyrano de Bergerac?
Gerçekten tek neden burun olabilir mi?
Paylaş