Paylaş
YIL: 1895...
Yer: Makedonya/Köprülü...
Camileri, kiliseleri ve havraları olan bir Osmanlı şehri...
Vardar Nehri’ne bakan üç katlı bir konakta dünyaya geldi Müveddet.
Konak kalabalıktı, halası Yıldız hanımlarla aynı evi paylaşıyorlardı.
Eniştesi İsmail Nazmi de, babası Recep de subaydı. Ailede neredeyse herkes askerdi.
Müveddet’in babasının tayininin İştip’e çıkmasına en çok Yıldız Hanım’ın oğlu Kazım Fikri üzüldü. Müveddet’e ayrı bir düşkündü.
Müveddet’in ilk evliliği
Yıl: 1911
On altı yaşındaki Müveddet’e görücü geldi.
Damat adayı yeni subay çıkmış Çanakkaleli Mülazım Mehmet Saim idi.
Bu evliliğe razı olmayan tek kişi vardı: Harp Akademisi’nden mezun olup Selanik 36’ncı Alayı’nda görevli Kazım Fikri Bey! “Çok erken değil mi” diye karşı çıkıyordu. Sebebi belliydi:
Birkaç yıl önce Kazım, askeri okuldan eve geldiğinde çocuk olarak bıraktığı Müveddet’in koyu yeşil gözlerine âşık olmuştu. Kendisine “ağabey” diyen Müveddet’e “Seni seviyorum” diyebilir miydi? Diyemedi.
Bir gün...
Kazım öylesine şaşkın ve yaralıydı ki bahçeye çıkıp Müveddet’i buldu; bir köşeye sıkıştırıp evlilikle ilgili rızasını sordu. Müveddet sıkılarak kararı anne ve babasına
bıraktığını, onların bileceğini söyledi. Genç subay Kazım, “Galiba onun da gönlü var” diye düşündü. Sustu. Ve derdini bir daha kimseye söyleyemedi.
Müveddet ile Mehmet Saim’in düğünü Köprülü’deki konakta yapıldı.
Kazım düğüne gelmedi.
Müveddet eşinin görev yaptığı Serez’e gelin gitti.
İlk çocukları “Enver” bu şehirde doğdu. Çocuklarına o yılların moda ismini; hürriyet kahramanı Enver Paşa’nın adını koymuşlardı.
Tayinleri önce Selanik’e, sonra Şam Trablusu’na çıktı.
Müveddet ikinci çocuğuna hamileydi. Annesi ve babasını Selanik’e çağırdı, Şam’a gitmedi.
Fakat Selanik günleri de kısa sürdü. Osmanlı’nın bu güzide şehri Yunanlıların eline geçince Hacı Davut Vapuru’yla doğup büyüdükleri toprakları terk ettiler.
Yapayalnızdılar.
Kocası Mehmet Saim bir cephede, halasının oğlu Kazım bir cephede düşmana karşı bir avuç kalmış Osmanlı topraklarını savunuyorlardı.
“Hasta Adam” Osmanlı çöküyordu.
Evlerini terk ediyorlar
Hacı Davut Vapuru İzmir Limanı’na geldi.
Onları ağabeyi İzmir Nahiye Müdürü Hasan Bey karşıladı.
Binlerce Balkan göçmeninin başına gelen onların başına gelmemişti. Sığınacakları bir liman bulmuşlardı.
Müveddet’in en büyük endişesi bir türlü haber alamadığı cephedeki eşiydi. Elinde Enver, karnında bebeği haber yolu gözlüyordu.
Aile dört bir yana dağılmıştı.
Hala oğlu Kazım’dan da haber yoktu...
Müveddet, dünyalar güzeli kızı Neriman’ı o zor koşullarda doğurdu.
Sevinçleri yarım kaldı.
Mehmet Saim esir düşmüş, Korfu Adası’na götürülmüştü.
Korfu Adası neresiydi? Masanın üzerine haritayı yayıp baktılar, Korfu Adası’nı aradılar. Adanın Akdeniz’de Yunan ve İtalyan sınırı üzerine yakın bir Yunan adası olduğunu gördüler. Ada harita üzerinde nokta gibi görünüyordu. Enver “Benim babam çok büyük buraya sığmaz ki” deyince o zor günlerde ilk defa yüzlerinde tebessüm oldu.
Yüzbaşı Mehmet Saim iki yıl Korfu’da esir olarak yaşadı.
Kurtulunca hemen İzmir’e Müveddet ve iki yavrusunun yanına koştu. Ancak kavuşamadı. Çünkü onlar, Müveddet’in ağabeyi Hasan Bey’in yeni tayin yeri Şarkikaraağaç’a gitmişlerdi.
Güç de olsa buluştular.
Ancak bu mutlu günler kısa sürdü, Birinci Dünya Savaşı başlamıştı.
Mehmet Saim, her rütbeden Mehmetçik’in yaptığını yaptı, vatanı korumak için tekrar cepheye koştu.
Sakarya Savaşı’nda
şehit oldu
O savaş yıllarında Müveddet eşi Mehmet Saim’le çok az baş başa kalabildi.
Eşini son gördüğü yıl 1919 oldu.
Havza’da bir araya geldiler. Mehmet Saim Bey’le Müveddet gözyaşlarına hâkim olamadı. Enver babasının kollarına atıldı, Neriman ise babasına hayretle bakıyordu. O kadar az görmüştü ki babasını.
Aile bir arada olmanın mutluluğunu yaşıyordu. Bu uzun zamandan beri hasretini çektikleri bir tabloydu. Çok zorluklar çekilmiş, nihayet bir araya gelebilmişlerdi.
Ama talihsizlikler burada da peşlerini bırakmadı. Müveddet babasını kaybetti.
Dul kalan Sakine Hanım yanlarına taşındı.
Mutlulukları uzun sürmedi.
Mehmet Saim Ulusal Kurtuluş Savaşı’na katıldı.
Sonra...
Mustafa Kemal’in “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır” dediği Sakarya Savaşı...
Türkiye’nin de Müveddet’in de yazgısını değiştirdi.
Mehmet Saim şehit düştü...
Mektup hayatını değiştirdi
Müveddet, annesi ve iki çocuğuyla Kırşehir’de görev yapan ağabeyine sığındı. Kimseye yük olmak istemiyordu. Şehit maaşı almak için Ankara Hükümeti’ne başvurdu. Ancak bir türlü yanıt alamadı.
Ve tuttu Ankara Hükümeti’nin Savunma Bakanı, halasının oğlu Kazım Bey’e mektup yazdı.
Kazım Bey, kırk yaşındaydı ve hâlâ evlenmemişti...
Evlenmemesinin nedeni, kimine göre o savaş yıllarında bir türlü fırsat bulamamasıydı. Kimine göre ise Müveddet’i unutamamasıydı...
Aslında annesi Yıldız Hanım, oğlu için güzel gelin adayları bulmuş ancak Kazım Paşa her birine bir neden bulup “Hayır” demişti.
Sanki Müveddet’i bekliyordu...
İki kuzen, Müveddet ile Kazım Bey mektuplaşmaya başladılar.
Kazım Bey, onları Ankara’ya çağırdı. Müveddet tereddütteydi.
Bir gün Kırşehir’deki evlerinin kapısı çalındı. Kazım Paşa’nın emir subayı, onları Ankara’ya götürmeye geldi.
Ağabeyi Hasan Bey’in de ısrarıyla Müveddet, annesi Sakine ve iki çocuğu Ankara’ya gitti.
10 yıldır cepheden cepheye koşan, Ankara Hükümeti’nin kudretli Bakanı Kazım Paşa, Müveddet’i karşısında görünce ne yapacağını şaşırdı, eli ayağı birbirine dolandı.
Müveddet, Kazım Paşa sayesinde Ankara’da yeni bir hayat kurdu. Enver okula gitmeye başladı.
Kazım Paşa sık sık ziyaretlerine geliyor, tüm ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyordu. Müveddet’i hâlâ seviyordu.
Sonunda en yakın arkadaşı ve komutanı Mustafa Kemal’e açılmaya karar verdi.
Gazi Mustafa Kemal arkadaşını gülümseyerek dinledi. “Hemen evlenmen gerekiyor; akraban bile olsa dul bir kadının evine sık sık gitmen dedikodulara neden olur” dedi.
Demek Gazi Paşa, Savunma Bakanı’nın iki çocuklu dul bir kadınla evlenmesine karşı çıkmıyordu.
Bu moralle Müveddet’e evlenme teklif etti.
Müveddet heyecanlandı, yüzü kızardı. Nasıl olacaktı, o iki çocuklu dul bir kadındı. Kazım Paşa ise koskoca bir bakandı. “Hayır” dedi.
Kazım Paşa üsteledi. Müveddet, “Halam ne der” dedi.
Yıldız Hanım oğlunun bu fikrini duyunca “Ama Müveddet dul bir kadın, hem de iki çocuklu. Onu severim ama senin için başka birini düşünmüştüm” dedi.
Kazım Paşa ısrar edince annesi de razı oldu.
Bakan eşi
Müveddet Hanım ile Kazım Paşa 1923’te evlendiler.
Nikâhta Kazım Paşa’nın şahidi Ahmet (Ağaoğlu) Bey, Müveddet’in şahidi de paşanın yaveri Nusret (Evcen) Bey oldu.
Enver’le Neriman yine eskisi gibi paşaya “Paşa Dayı” diyeceklerdi.
Müveddet’in Kazım Paşa ile evliliği örnek oldu, iki çocuklu dul bir kadının bekâr bir paşa ile evlenebileceğini herkes gördü.
Bu evlilikten (adını Atatürk’ün koyduğu) Teoman ve Güner doğdu.
Şimdi...
Söyler misiniz böylesine bir aşk yaşamış Kazım Özalp mı seçkinci?
Ya da bu kadar acılar çekmiş Müveddet Hanım mı?
Neyse...
Gelelim “gölgedeki first lady” meselesine:
Kazım Özalp, 1924-35 yılları arasında TBMM Başkanlığı görevinde bulundu.
Kazım Paşa Büyük Millet Meclisi Reisi iken Latife Hanım, Mustafa Kemal Paşa’dan ayrılmıştı. Cumhurbaşkanı’nın eşi yoktu. Böyle olunca Kazım Paşa’nın on senelik başkanlığı döneminde Müveddet Hanım, Latife Hanım’ın yerini aldı. Protokol icabı resmi yemeklerde daima Cumhurbaşkanı’nın sağında yer aldı. Türkiye’yi ziyarete gelen yabancı devlet başkanlarının eşlerini Müveddet Hanım ağırladı.
Yani...
Müveddet Hanım Türkiye Cumhuriyeti’nin gölgede kalmış first lady’siydi!
Cumhuriyet’e kanat geren bir yazar: AYTEN AYGEN
YIL: 1999.
Sabah Gazetesi’nde çalışıyorum.
Yazı İşleri Müdürüyüm, haber merkezi de bana bağlı.
Haber merkezinde tek gözü -korsanlar gibi- bağlı biri oturuyor. Tanımıyorum.
Sordum, adı Emre Aygen’miş, Romanya’daki iç savaşı/ayaklanmayı Sabah Gazetesi adına takip ederken vurulmuş.
Olayı hatırlarım, Emre Aygen gibi bir meslektaşımla çalışacağım için mutlu oldum.
Fakat kısa sürede bir şeyin farkına vardım, yazı işlerinde ve haber merkezinde öyle bir hava yaratılmıştı ki, Emre Aygen’in habere gitmesi pek istenmiyor gibiydi. Kimse ona görev vermiyor ya da önerdiği haberler umursanmıyordu. “Gelsin birkaç saat otursun, maaşını alsın!” deniyordu. O da bu tavırdan bıkmıştı.
Emre Aygen ile biz bunu yıktık. Güzel haberler yaptık. Arkadaş olduk.
Ancak benim Sabah’taki mesaim yedi ay sürdü, beni kovdular.
Emre Aygen ise yine eskisi gibi haber merkezinde sadece oturan bir gazeteci rolüne geri döndürüldü.
Ve bir zaman sonra, Emre Aygen’in de işine son verildi.
Aradan yıllar geçti...
Biz Emre’yle hâlâ görüşürüz. Ama bunu daha çok telefonla, mesajlarla yapabiliyoruz. Çünkü Emre Ankara’ya döndü. Kendine yeni bir hayat kurdu.
Yıl: 2003
Ayten Aygen’i ailesini yazdığı “Rumeli Benimdi” (Remzi Yayınevi) adlı kitabıyla tanıdım.
Bugün hatırlamıyorum ama sanıyorum araştırmakta olduğum bir çalışma için kendisine ulaşmak istedim. Remzi Yayınevi’nden telefonunu aldım.
Ankara’da oturuyordu, telefon ettim.
Ve çok şaşırdım.
Ahizenin karşısında seksen yaşında, heyecanlı, dupduru beyinli bir Cumhuriyet kadını vardı.
O gün arkadaş olduk.
Çok sonra Emre Aygen’in annesi olduğunu öğrendim, çok mutlu oldum.
Son telefon görüşmemizde “Evlatçığım artık şu yüzünüzü bir göreyim” dedi.
Söz verdim, Ankara’da buluşacağız.
Çevremde Ayten Aygen gibi çalışkan az yazar/insan gördüm. Düşünebiliyor musunuz, 80 yaşında Uğur Mumcu Vakfı’nda felsefe kurslarına gidip, sertifikasını alıyor. Hiç durmuyor...
2006 yılında yine ailesinin bir bölümünü anlattığı “Nart’ın Prensleri”ni (Şehir Yayınları) yazdı.
İlk romanında Balkanlar’dan gelen muhacir, ikinci kitabında ise Kafkaslar’dan gelen Çerkez akrabalarının acı hikâyelerini yazdı.
Bu süreçte hep telefonlaştık, ne çok bilgi sahibi oldum.
Örneğin bilmezdim, rahmetli Metin Toker’in bir Çerkez Prensi olduğunu.
Ve daha neler...
Evet, Ayten Aygen bir Cumhuriyet çocuğu...
Babası Rıfat Vardar valilik yapmış; 3, 4, 5, 6 ve 7’nci dönem TBMM’de milletvekili olarak bulundu. Akrabaları hep üst düzey politikacı, subay ya da bürokrattı...
O dönemin ünlü simalarını, eşlerini ve çocuklarını yakından tanıyordu.
Bu nedenle bazen dedikodu da yapmıyor değiliz. Ama sanmayın ki sadece Türkiye üzerine bunlar. Nietzsche’nin Richard Wagner’in eşi ve aşkı gibi konuları da konuşuruz.
Ama çoğu zaman araştırmalarımızda birbirimize yardım ediyoruz.
Bu sayfada, Nâzım Hikmet’in Kore’de esir düşen Mehmetçikleri ziyaret etmesini yazmıştım. (28 Ocak 2008)
Yazının kaynağı Ayten Aygen’di. Konuyla ilgili çalışmalar yapan bazı isimlere de onun sayesinde ulaştım.
Ayten Aygen’in Kore Savaşı’nı anlattığı “Savaşın Sessizliği” romanını ne yazık ki hiçbir yayınevine bastıramadık.
Popüler kültür Türkiye’yi o kadar esir aldı ki, artık yayınevleri çok rahat tavırla, “Bu satmaz” gerekçesini yüzünüze söyleyiveriyor.
Ama buna direnenler de var. Kitap yakında Destek Yayınları’ndan çıkacak.
Fakat önce, aynı yayınevi Ayten Aygen’in “Devrimin Üç Kadını”nı çıkaracak.
Bu kitabın yazılış sürecinde Ayten Aygen ile sohbetler yaptık.
Müveddet Hanım’dan çok etkilendiğimi, kitap çıkarken yazmak istediğimi söyledim. Öyle de yaptık...
“Devrimin Üç Kadını”, üç Cumhuriyet kadını, Atatürk’ün eşi Latife Hanım, İsmet İnönü’nün eşi Mevhibe Hanım ve Kazım Özalp’ın eşi Müveddet Hanım’ı anlatıyor...
Bu anlatım biraz o yılların küçük Ayten’inin gözlemleriyle süsleniyor.
Bugün “seçkinci” gösterilen kadroların yaşadıkları zorluklar gözler önüne seriliyor.
Bakınız, Cumhuriyet kadınlarının yaşadıkları zorluklar bilinmeden Cumhuriyet olgusu kavranamaz.
Onlar Cumhuriyet’e kanat geren “fikri hür, irfanı hür” bir kuşak da yarattılar.
O kuşağın temsilcisi Ayten Aygen’dir. Bugün seksen küsur yaşında hâlâ araştırıyor, hâlâ yazıyor.
Kaldırın başınızı bakın.
Nerede Cumhuriyet’e destek toplantısı, mitingi varsa o kuşak orada.
Nerede Cumhuriyet değerlerini yükseltecek bir çalışma varsa o kuşak onun içinde.
Onlar yılmıyor, usanmıyor, yorulmuyor...
Onlar hepimizden daha genç...
Onlar hepimizden daha cesur...
Ve onlar hepimizden daha devrimci...
İyi ki varsınız Ayten Aygen...
Paylaş