Paylaş
ÖNCE tavrımı belli edeyim:
Kürtçe Anadolu’nun zenginliğidir. Bizim kültürümüzdür.
Batı’nın dünyayı tek tip kültür haline getirmesine ne derece karşı çıkıyorsak, dünyanın her tarafındaki etnik dillerin/kültürlerin yaşamasını da hararetle savunmalıyız.
Yani, Kürtçeye sahip çıkmalıyız.
Ülkemizde ne kadar farklı dil varsa hepsini koruma altına almalıyız.
Bu girişten sonra kışkırtıcı bir soru sorabilirim:
Basketbol Milli Takımı’nın teknik direktörü Sırp Bogdan Tanjeviç niye Türkçe bilmiyor?
Sorunun yanıtından önce size tanık olduğum absürd bir olaydan bahsetmeliyim:
Kamerunlu Rigobert Song Galatasaray’da futbol oynarken sık sık TV ekranlarına çıkıp, spor muhabirlerinin sorularını Fransızca yanıtlıyordu.
Bir gün arkadaşın biri Song’u dinlerken şu yorumu yaptı:
“Adam boşuna büyük futbolcu olmamış; bakın kendini ne güzel geliştirmiş; anadili gibi Fransızca konuşuyor!”
Arkasından bir de yorum yaptı: “Eee adamlar işi biliyor; Avrupa’da top oynayacaksan dilini de öğreneceksin.”
Dayanamayıp sordum: Song’un anadili nedir?
Arkadaşım Song’un Kamerunlu olduğunu biliyordu. Fakat Kamerun’un dilinin ne olduğu bilmiyordu.
Kamerun’un resmi dili Fransızcadır.
Bizim arkadaş sanıyordu ki Afrikalı Song’un anadili “Kamerunca!”
Bugün dünyada 29 ülkenin (ki bunun 21’i Afrika ülkesidir) anadili Fransızcadır...
Dünyada 22 ülkenin resmi dili ise İspanyolcadır. Hangi ülkeler yoktur ki dileri İspanyolca olan; Meksika, Uruguay, Venezüella, Küba, Arjantin, Bolivya, Şili, Kolombiya, El Salvador vs...
İngilizceyi merak ettiniz mi? ABD, Singapur, Kanada, Yeni Zelanda, Avustralya, Malezya, Namibya, Nijerya, Eritre vs. diye liste uzar gider.
İşin özeti şu: Kim nereyi sömürge yaptı ise dilini oraya dayatmıştır.
Bunun bir tek istisnası vardır: Biz!
Yani; -bugün artık söylediğimiz zaman neredeyse faşistlikle itham edilir hale geldiğimiz- Türkler.
Biz Çılgın Türkler...
Kimse Osmanlı gibi yapmadı
Kışkırtıcı Tanjeviç sorusunu unutmuş değilim.
Tanjeviç’in neden Türkçe bilmediği sorusunu kasıtlı sordum.
Tanjeviç’in memleketi Sırbistan 350 yıl Osmanlı egemenliğinde kaldı.
Bilinir ki, bir kültürü benimsemenin/benimsetmenin süreci üç kuşaktır.
Sırbistan’da 350 yılda kaç kuşak gelip geçti; bu kuşaklar Türkçe öğrenmedi; dilleri Sırpçayı konuştular.
Bunun nedeni Osmanlı’nın idari/yönetim anlayışıydı.
Osmanlı ele geçirdiği topraklarda kimsenin diline, dinine karışmadı.
Bu nedenle, Bulgarlardan Romenlere, Arnavutlardan Sırplara kadar onca Balkan ülkesi dillerini bugüne taşıyabildi.
Bugün Avrupa Birliği’nin resmi dilleri arasında bazı Balkan ülkelerinin isimleri varsa bu Osmanlı’nın hoşgörüsü sayesinde oldu.
Osmanlı; İngilizlerin, Fransızların, İspanyolların, Portekizlilerin, Hollandalıların yaptığını aynen uygulasaydı inanın Sırbistanlı Tanjeviç çok iyi Türkçe konuşurdu!
Ya da tersini yazalım: Sırbistan’ı İspanyollar 350 yıl boyundurukları altında tutsalardı; Sırpların dili İspanyolca, dini/mezhebi Katolik olurdu!
Alex’in anadili
Bu bilgilerden sonra Fenerbahçeli Alex’in neden Kürtçe bilmediği sorusuna geçebiliriz.
Alex’in ülkesi Brezilya’nın resmi dili Portekizce.
Sırbistan kaç sene Osmanlı egemenliğinde kaldıysa, üç aşağı beş yukarı Brezilya da o kadar yıl Portekiz sömürgesi olarak yaşadı.
İkisi de 19’uncu yüzyılda özgürlüğe/bağımsızlığa kavuştu.
Portekiz miras olarak Alex’e; dili Portekizceyi ve dini Katolik inancını bıraktı.
Osmanlı ise Tanjeviç’e sadece büyük devrimci Fatih Sultan Mehmed’in fermanını bıraktı:
“Ben, Fatih Sultan Han burada tüm dünyaya duyururum ki, bu fermanla tüm Bosna Fransiskanları benim korumam altındadır. Ve; kimse bu insanları veya kiliselerini incitmeyecek ve zarar vermeyecektir. Benim ülkemde barış içinde yaşayacaklardır.”
Sırp Tanjeviç’in ataları bu fermanla dilini ve dinini özgürce yaşadı.
Geliniz bu noktada tarihi tersine çevirip bir kurgu yapalım:
Eğer Brezilya’yı; Portekizci denizci
Pedro Alvares Cabral değil de, Osmanlı Kaptan-ı Deryası Piri Reis fethetseydi ne olurdu?
Piri Reis hemen Fatih’in fermanını hayata geçirirdi.
Yani Fenerbahçeli Alex anadilini konuşurdu.
Peki Alex’in anadili neydi?
Ne yazık ki Brezilyalı yerlilerin/halkların sömürge öncesi konuştuğu diller bugüne gelemedi; yok olup gitti.
Osmanlı Brezilya’yı keşfetseydi, Alex’in dili bugün kaybolmayacaktı kuşkusuz.
Ya da, eğer Alex’in ataları Afrika’dan köle olarak getirildiyse, anadili atalarının konuştuğu bir yerel dil olacaktı.
Yani Alex’in dili, tıpkı Osmanlı himayesinde rahatça kullanılan dillerden biri olabilirdi: “Sırpça”, “Kürtçe”, “Ermenice”, “Rumca”, “Bulgarca”, “Lazca” gibi...
Alex’in konuştuğu dil bir tek Türkçe olamazdı!..
Peki gelelim sonuca...
Bir pazar günü bu zorlama benzetmeleri niye yazdık?
Çünkü TV’lere çıkan herkes “Ağzı olan konuşuyor” misali neler söylüyor.
Tarihsel gerçekler ortada iken; her fırsatta, tarihimizi, inançlarımızı, kültürümüzü, hoşgörümüzü küçümseyip; kendimizi değersiz bir varlık gibi hissetmemize yol açıyorlar.
Bizi biz yapanları değersizleştirmek için yoğun bir mesai içindeler? Niye?
Gelinen bu durumu, “toplumsal değerlere yabancılaşan aydın tavrı” diye kolay/yüzeysel bir değerlendirme yaparak savuşturmak biraz saflık olmaz mı?
Uykudan önce isyan masalları
ANADOLU ’da Türkler ve Kürtler bin yıldır koyun koyuna yaşıyor.
Bin yıllık kardeşlik unutturulmak isteniyor sanki.
Bazı Kürt aydınlar TV’lere çıkıp “İlk taşı biz atmadık” diyecek kadar tarihi sulandırıyor.
19’uncu yüzyıl başında başlayan Kürt ayaklanmaları, sanki despotluğa karşı bir isyanmış gibi anlatılıyor. Ne kadar ayıp.
Kürt derebeyleri topraklarının ellerinden alınmasına karşı çıktılar; hepsi bu.
Üstelik Osmanlı sadece Kürt derebeyliklerini değil Balkanlar’daki Türk derebeyliklerini de dağıttı.
Doğu’da Bedirhani Bey’i tasfiye ettiyse Batı’da da Tepedelenli Ali Paşa’yı ortadan kaldırdı.
Osmanlı, feodal derebeylere son vererek yeni bir devlet yapılanmasına gitti. Derebeylikleri yıkıp ortaçağa son verip Rönesans’ın yolunu açan Avrupa gibi “modern” olmak istediği için yaptı bu tasfiyeyi. Hepsi bu.
Tanzimat Fermanı
hangi ihtiyacın sonucu doğdu?
Gerek Türk gerekse Kürt derebeyleri “yeni döneme” karşı durdular. İsyanın nedeni budur. Daha ortada milliyetçiliğin “m”si bile yokken TV’lere çıkıp nasıl ahkâm kesiyorlar anlamak zor.
Bunlar neyin uzmanı?
Osmanlı nezdinde Türk’ün Kürt’ten, Kürt’ün Türk’ten hiçbir farkı yoktur; bunu bilmeyen mi var hâlâ.
Hissiyatla, hamasetle tarih yazılabilir mi?
Kürtlerin resmi tarih tezi herkese hayırlı olsun
DENİYOR ki “Kemalistler ‘Türkçe konuş’ diyerek Kürt halkına baskı uyguladı.”
Ne zaman yaptı bunu?
Kimi diyor ki, Şeyh Said ayaklanmasından sonra.
Breh... Breh... Breh...
İsyan 1925 yılında oldu.
“Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyası ise 1933 yılında.
Demek Ankara, sekiz yıl ne yapacağını düşündü!
Şaka bir yana, daha önce bu sayfada yazdım.
1933 yılında, İstanbul’daki yabancı Wagons-Lits Şirketi görevlisi Naci Bey’in Türkçe konuştuğu için işten atılmasını protesto eden Milli Türk Talebi Birliği mensubu öğrenciler “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyası başlattı.
Ardından Bulgaristan’daki Türk mezarları tahrip edilince, bu kampanya ülke genelinde yaygınlaştı. Mitingler yapıldı. Hatta bazı göstericiler azınlık mezarlarını tahrip etmek isteyince güvenlik güçlerince zorla durduruldu.
Bu olayın ne ilgisi vardı; Kürtçe konuşmayla!
Ayrıca...
“Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyası iktidarın halka değil; sokağın iktidara dayattığı bir sonuçtur.
TV’lerde dile getirilen bu tür gayriciddi iddiaların bir amacı var: Kürtlerin “resmi tarih tezini” oluşturmak.
Biz yıllardır Türk resmi tarih tezine karşı yazıp çiziyoruz; bir de şimdi karşımıza Kürt resmi tarih tezi çıktı; iyi mi?
Cemşid Bender (Mehdi Halıcı), Anadolu’daki tüm kültürel varlıkların hepsinin Kürt kökenli olduğunu iddia ederdi. Çok da kitap yazdı.
Örneğin, Türk Sofrası diye bir mutfağın bulunmadığını, buradaki tüm yemeklerin Kürt yemekleri olduğunu söylerdi.
“Yapma Cemşid Ağabey, Anadolu uygarlıklar beşiği, herkes sofraya kendinden bir tabak yemek koydu; siz nasıl hepsinin Kürt yemeği olduğunu söylersiniz” derdik. O iddiasından vazgeçmezdi.
Özellikle yoğurt konusuna çok takıntılıydı. Kaşgarlı Mahmud’un “Divan-ı Lügat’üt Türk” ve Yusuf Has Hacib’in “Kutadgu Bilig” adlı eserlerinde bugünkü anlamında yoğurt kelimesinin kullanıldığını söyleyerek tezine karşı durduğumuzda bizi dinlemek istemezdi.
Nur içinde yatsın; iyi adamdı; bu toprakların aydınıydı.
Victor Hugo’un bir sözü vardır:
İyi olmak kolaydır, zor olan adil olmaktır.
Bu vahşetin emrini kim verdi
CNN TÜRK’te altı yıldır Türkiye’nin sözlü tarih çalışması olan “Oradaydım” adlı belgeseli yapıyoruz.
Geçen yıl başımızı “belaya” soktuk!
12 Eylül 1980 darbesinden sonra Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan vahşeti, eski milletvekili Nurettin Yılmaz’a anlattırdık.
Hakkımızda 301’inci maddeden dava açıldı.
Biz öyle dünya ve Türkiye medyasını “Bizi yargılıyorlar” diye ayağa kaldırmayı bilmediğimizden (!), mahkemeye gidip kendimizi savunduk ve beraat ettik.
Haberi alan bazı taraflı gazeteler olayın üzerine gitti.
Öyle ya aradan yıllar geçmiş ve hâlâ birileri Diyarbakır Cezaevi’ni belgesel yaptığı için yargılanıyordu.
Ancak, belgeseli bizim yaptığımız ortaya çıkınca duraladılar.
Yine de haberini yaptılar; tabii bizim adımızı vermeden!..
Bu anekdotu niye yazdım?
Diyarbakır Cezaevi kapatıldı.
Ardından tartışma başladı; müze olsun diyenler çıktı.
Diyarbakır Cezaevi vahşeti 12 Eylül darbesinin yıldönümünde de sık sık dile getirildi. İyi de yapılıyor.
Çünkü insanlık suçu olan bu vahşet tarihimizin en büyük ayıplarından biridir.
TV’lere çıkıp konuşanlar, gazetelerde makale yazanlar, Diyarbakır Cezaevi vahşetini Türkiye’ye ilk duyuran yayın organının hangisi olduğu yazmıyorlar.
Niye?
Bilmiyorlar mı?
Biliyorlar, çok iyi biliyorlar.
“Diyarbakır Cezaevi’nde Allah Yok!” manşetiyle/kapağıyla bu insanlık suçunu Türkiye’ye ilk duyuran yayın organı 2000’e Doğru dergisi oldu. Tarih: 12 Temmuz 1987.
Durun, bir sözüm daha var:
Kürt Açılımı konuşulup tartışılıyor. İyi de oluyor.
Turgut Özal’ın Kürt meselesine ne kadar demokrat, ne kadar liberal baktığı söyleniyor.
Eğer ömrü yetseymiş bu sorunu çözebilirmiş.
Çözer miydi bilmem; on yıllık iktidarında (1983-1993) çözemedi.
Meselem bu değil; benim anlamadığım başka bir konu var.
Bugünlerde hep Diyarbakır Cezaevi vahşetinden bahsediliyor. Ancak kimse o dönemdeki Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanı’nın kim olduğunu söylemiyor. Ben yazayım: Kemal Yamak!
Kenan Evren’in özel isteğiyle bölgeye gönderildi.
Kemal Yamak vahşetin bir numaralı sorumlusudur.
Peki Kemal Yamak emekli olduktan sonra ne yaptı?
Turgut Özal Başbakanlığı döneminde Yamak’ı önce Başbakanlık Danışmanı olarak yanına aldı.
Sonra Çankaya Köşkü’ne çıktığında ise Kemal Yamak’ı Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği’ne getirdi.
Bugünlerde; bazı aydınlar bir yanda Diyarbakır Cezaevi vahşetini yazıyor diğer yanda yardımcılığını Kemal Yamak’ın yaptığı Turgut Özal’ı övüp göklere çıkarıyor.
Bu ne yaman çelişki anne!
Öyle ya vurun Kenan Evren’e; tek suçlu o!
Son bir ekleme yapmalıyım:
Hasan Celal Güzel Ağabey, TV ekranına çıkıp; ANAP olarak 12 Eylül darbesine karşı nasıl kahramanca mücadele verdiklerini söyleyerek, hasta yatağımda bile kahkaha atmama neden oldu ya artık ne diyeyim, Allah ondan razı olsun.
Bir biz öğrenemedik şu darbelere karşı nasıl mücadele edileceğini...
Baksanıza her darbede içeride olanlar yine cezaevinde...
Her darbede yıldızı parlayanlar yine pek revaçta...
Paylaş