Paylaş
BU hafta bu sayfada, liberallerin çok sevdiği, feyz aldığı senarist-yazar Ayn Rand hakkında bir yazı kaleme alacaktım.
Tam yazıya oturacaktım ki, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül telefonla aradı.
Arama sebebi, “Bu Dinciler O Müslümanlara Benzemiyor” kitabımdaki bir yorumumla ilgiliydi.
12 Eylül 1980 darbesinin, emniyet teşkilatındaki solcu personeli emekli ettiğini, meslekten el çektirdiğini yazmıştım. Sonra eklemiştim, solcu polisler teşkilattan atılırken, sağcı polisler önemli koltuklara oturtuldu.
Bu iddiamı 12 Eylül’den önce hazırlanan İçişleri Bakanlığı personelini fişleyen/andıçlayan bir rapora dayandırmıştım.
Gizli rapordaki “menfiler” tasfiye edilmiş, “müspetler” yükseltilmişti.
Menfiler solcuydu.
Bakan Vecdi Gönül’ün buna itirazı vardı.
Bilinenin aksine 12 Eylül 1980’den sonra solculardan daha çok sağcı personelin tasfiye edildiğini söyledi. Rakamlar verdi.
Kendi kişisel görüşünü söyledi, devlet idaresinde insanların görüşlerinden çok vasıflarına/liyakatına bakılmalıydı. Bunca yıllık devlet hizmetinde hep buna önem verdiğini vurguladı.
Herkes konuşuyor
Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, “kişilerin gelip geçici olduğunu, kalıcı olanın devlet olduğunu” söyleyince araya girdim. Konuyu değiştirdim. Biliyordum ki Bakan Bey, hoşgörüsüyle, güler yüzüyle tanınan demokrat bir siyasetçiydi.
“Sayın Bakanım” dedim, “devletin soruşturmadan, incelemeden her hassas olayı kamuoyunun gündemine getirmesi, halkın önünde tartışması; insanlarda kurumlara karşı güvensizlik yaratmıyor mu? Toplumu, kurumları, siyaseti bu kadar gerginleştirmenin kime yararı var? Buradan uzlaşma çıkmaz. Ne çıkacağını bunca yıllık devlet, siyaset birikimiyle herkesten çok iyi bilirsiniz.”
Bakan Gönül her zamanki hoşgörüsüyle dinledi.
Ben de fırsattan yararlanıp devam ettim: “Sağduyulu siyasetçilerin kamuoyunun önüne çıkması gerekiyor; lütfen televizyonlara çıkın, konuşun...”
Bakan Gönül kibarlığıyla araya girip, “O kadar çok konuşan var ki” dedi. “Bakınız Genelkurmay Başkanımız bile ne kadar az konuşuyor artık; biz siyasetçilerin de hassas konularda çok az demeçler vermesi gerekiyor” diye ekledi.
Devlet ciddiyetinden bahsetti.
Rahmetli Cemil Meriç’i, Nurettin Topçu’yu konuştuk.
Baş davası ahlak olan bizim güzel insanlarımızı hatırladık.
Sonra iyi niyetli temenniler ile telefonu kapattık.
Telefonu kapattık ama benim aklımdaki Ayn Rand yazısı da uçup gitmişti!
Türkiye’de insanları, kurumları geren kamplaşma üzerinde düşünmeye başladım.
İlginçtir!
Ayn Rand yerine aklıma bu yıl yaz ayında okuduğum, “Ali Emiri’nin İzinde” kitabı geliverdi!
Neden mi?..
Ali Emiri’nin İzinde
Ali Emiri Efendi İstanbul’daki Millet Kütüphanesi’nin kurucusuydu.
Mehmet Serhan Tayşi de uzun yıllar aynı kütüphanede görev yaptı. Hayatını anlattığı kitabına bu nedenle, “Ali Emiri’nin İzinde” adını verdi.
600 sayfalık bu hatıratta ilgimi çeken çok konu oldu. Ama en çok da M. Serhan Tayşi’nin babasının hayatı çarpıcı geldi bana.
Ahmet Rasih Tayşi polisti. Ahmet Rasih Tayşi
1930-38 yılları arasında Atatürk’ün koruma polisliğini yaptı.
Sekiz kişilik yakın koruma grubu içindeydi.
Bu korumalar özel seçilmişti. Hepsi yakın dövüş ustasıydı. Keskin nişancılardı. Bu özel ekibe İngiltere’den sağa-sola çekmeyen özel yapım tabancalar getirtilmişti.
Atatürk İstanbul’a geldiğinde onlar da Dolmabahçe Sarayı’nda kalıyordu.
Yani devlet Atatürk’ün hayatını bu sekiz polise emanet etmişti.
Kitaptan öğrendiğimize göre, amaçları Atatürk’ü öldürmek olan iki Ermeni terörist vücutlarına sardıkları bombalarla Dolmabahçe Sarayı’na giderken yakalanmışlardı.
Yakalayan ise Ahmet Rasih Tayşi idi. Beşiktaş Deryakil durağına giden Şair Nedim Caddesi üzerinde yakalamıştı. Atatürk bu olaydan sonra kendisine özel bir takdir belgesi vermişti.
Neyse uzatmayalım, sanıyorum polis memuru Tayşi hakkında biraz bilgi sahibi oldunuz.
Şimdi çok şaşıracağınız bir bilgiyi yazacağım.
Buna ne demeliyiz
Koruma polisi Ahmet Rasih Tayşi, Atatürk’ün korumalığını yaparken sık sık kime gidiyormuş biliyor musunuz?
Melami Şeyhi Kemali Efendi!
Sadece ona değil.
Eyüp’te Abdulhâkim Arvasi’yi de ziyaret ediyormuş. Bu ziyaret daha ilginç aslında. Çünkü Arvasi 1930’daki Menemen Olayı’nda da yargılanmıştı.
Gerçi beraat etmişti ama yine de Atatürk’ün özel koruması Abdulhâkim Arvasi’yi ziyaret etmekte bir sakınca görmüyordu.
Benzer şekilde Nakşibendi, Kadiri, Melami hocalarıyla görüşüyordu.
Hatta Ahmet Rasih Efendi daha sonra Üstadı Ömer Efendi’den aldığı Melami hilafetiyle “şeyh” bile olacaktı.
İşte bu konu önemlidir.
Tüm bunlara rağmen Tayşi’nin Atatürk’ün özel güvenlik ekibi içinde olmasında bir sakınca görülmemişti.
Polis memuru Tayşi ne zaman sakıncalı görülmüş biliyor musunuz?
Demokrat Parti döneminde!
Halk Partili olduğu için “kızak” göreve alınıvermişti!..
Emniyet Amiri Samuel İzisel
Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül ile telefonu kapattıktan sonra Ahmet Rasih Tayşi’yi düşündüm.
Bugün Atatürk aleyhinde neler neler yazıyorlar.
Müslüman Tayşi’nin ardından aklıma gelen ikinci isim Samuel İzisel oldu. Samuel İzisel
Yahudi’ydi.
1877’de Alanya’da doğdu.
Fransa’da Alyans Mektebi’nde okudu. Burada İttihatçılarla tanıştı.
İstanbul’da Darülfünun Mektebi’nde hukuk okudu.
Serez ve Selanik mahkemelerinde görev yaptı.
1909’da Beyoğlu Emniyet Amirliği’ne tayin edildi.
1913’te Sadrazam Mahmud Şevket Paşa’yı vuran suikastçıların yakalanmalarında aktif olarak görev aldı. Bacağından vuruldu ve bu olaydan sonra ömür boyu topal kaldı. Devlet tarafından kahramanlık ödülü verildi.
Ödülüyle gurur duydu ama ayağındaki sakatlık nedeniyle pasif göreve alınmak zorunda kaldı.
Amirleriyle anlaşamayan Samuel İzisel çok sevdiği polislik görevini bırakmak zorunda kaldı. Yıl 1923’tü.
Ancak mesleğinden kopmadı. 1937’de açılan Ankara Polis Enstitüsü’nde öğretmen olarak hizmet verdi.
II. Dünya Savaşı’nda Emniyet Müdürlüğü’nün baş tercümanlığını yaptı.
Devlette bu gizli görevi yapan Samuel İzisel aynı zamanda Yahudi cemaati mütevelli heyetindeydi.
Buna rağmen kimse ona kuşkuyla bakmamıştı. Kimsenin aklına “acaba” sorusu gelmemişti.
Samuel İzisel Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıydı.
O bir emniyet görevlisiydi.
Ölene kadar mesleğini sevdi.
Öyle ki...
1948’de Polis Emeklileri ve Mensupları Sosyal Yardım Derneği kurucuları arasında yer aldı.
Ve ne yazık ki bir yıl sonra hayata veda etti.
Şimdi lütfen düşünür müsünüz?
Emniyet Teşkilatı tarihinde Müslüman Ahmet Rasih Tayşi de var, Musevi Samuel İzisel de.
Peki sonra ne oldu?
Oyun içinde oyun
Ne oldu biliyor musunuz?
Emniyet teşkilatı çokpartili siyasi yaşamın başlamasıyla birlikte siyasetin aracı haline getirildi. Siyasetin emrine sokuldu.
Ve gelen hükümetler kendinden olmayanları tasfiye etti.
Ve yıl 2009.
Türkiye “Emniyet teşkilatı içinde cemaatçiler ve cemaatçi olmayanlar arasında çatışma varmış” tartışmasını yapıyor.
İçiniz yanmıyor mu? Ne hale geldik/getirildik?
Herkes birbirini suçluyor. İnsanların kurumlara güveni sarsılıyor.
Hepimiz kuşkuyu paranoyaya çevirdik. Sahi yoksa amaç bu mu?
Amaç devletin-toplumun aklını kaybetmesini mi sağlamak?
Ayakları bu topraklara basanlar bilmelidir ki, bu “siyasal depremin” altında hepimiz kalırız.
Bu oyun bozulmalı...
Osmanlı’da ‘dinlemeyi’ Böcekçibaşı yapardı
BİLİYORUZ ki, polisler uzun yıllar askeri teşkilat kadrosunda yer aldı.
Modern devletle birlikte polisin görev alanı büyüdükçe, toplum ve devlet ilişkileri arttıkça emniyet teşkilatları bağımsız şekilde kurumsallaştırıldı.
Yani dolaylı yönetiminden doğrudan yönetime geçildi.
Modern toplumun kurumlaşmasıyla birlikte, devletin silahlı güçlerinde işbölümüne gidildi.
İşte bu nedenle güvenlik “iç” ve “dış” olmak üzere ikiye bölündü. Dış güvenlikten ordu, iç güvenlikten polis sorumlu tutuldu.
Polisin tarihsel sürecine bakıldığında, gelişmesinde 1789 Fransız İhtilali ve 1848 Avrupa devrimlerinin büyük etkisi görülür.
Polislik Fransız Devrimi’yle kökten değişikliğe uğradı. Zaten bu devrim aslında bir kamu idaresi devrimiydi. İnsanlık tarihinde ilk kez köylere kadar doğrudan idareyi uygulayan bir devlet yaratıldı.
Yine ilk kez “kır polisliği” ve “kent polisliği” örgütlenmesine gidildi. İç güvenlik meselesi profesyonel görevlilere teslim edildi.
Fransız Devrimi’nin rüzgârıyla doğan 1848 Avrupa devrimleri de polisliğin nüfuz olarak büyümesine sebep oldu.
Ayrıca sayısal olarak güçleri ve ekipmanları artırıldı.
Bunun temel nedeni, yoksulların, işçilerin, devrimcilerin devletleri tehdit eder hale gelmesiydi. Devlet kendini/sınıfını koruyabilmek için polisliği geliştirdi-büyüttü. Çatışmada kazanan taraf olmak istiyordu.
Uzatmayalım...
Bu genel bilgilerden sonra gelelim bizim polis tarihine...
Bizim polisin tarihi
Kolluk güçlerinin bizim tarihimizdeki adı kimi zaman “yarkan” oldu, kimi zaman “şad”, “tudun”, “subaşı” ya da “serasker”...
Bazen görev alanları farklılaştı:
Cebecibaşı ve Cebeciler; Ayasofya, Kocapaşa ve Ahırkapı taraflarının; Kaptanpaşa; Kasımpaşa ve Galata semtinin; Bostancıbaşı ve Bostancılar; Üsküdar, Eyüp, Kağıthane, Boğaziçi, Kadıköy, Adalar ve Ayastefanos’un; Topçubaşı ve Topçular; Tophane semti ile Beyoğlu’nun kamu düzen ve güvenliğini sağladı.
Böcekçibaşılar ise, suçluları izleme ve yakalama işleriyle uğraştı.
Yani bugünün gizli dinleme yapanları gibi.
Bilir misiniz bilmem, küçük dinleme araçlarına da “böcek” adı verilmektedir.
Ayrıca başkentte sadrazamın, illerde de valilerin emrinde “Baştebdil” adı verilen istihbaratçılar vardı.
Güvenlik makamları; Sadrazam, Yeniçeri Ağası, Falakacı, Cebecibaşı ve Cebeciler, Kaptanpaşa, Topçubaşı ve Topçular, Bostancıbaşılar, Kadı ve Böcekçibaşı’ndan oluşurdu.
Taşrada ise, Kapıkulu ve Eyalet askerleri iç düzen ve güvenliğin sağlanmasından sorumluydu.
Şehir ve kasabalarda Kollukçular, Yasakçılar, Bekçiler; Edirne Şehri ve çevresinde Bostancı Ocağı; Halep ve çevresinde Çöl Beyleri görevliydi.
İç güvenlikten de sorumlu olan Yeniçeri Ağası, suç işleyenleri falakacılarına dövdürürdü. Falakacılar, Yeniçeri Ağası’nın emri altında çalışan acemi oğlanlardan meydana gelirdi.
Kullukçular, “karakulhane” adı verilen bugün “karakol” olarak isimlendirilen binalarda hizmetlerini yürütürlerdi.
Polis Bayramı
Her yıl 10 Nisan’da Polis Haftası kutlamalarının yapıldığını biliyorsunuz.
Bunun nedeni polis teşkilatının 10 Nisan 1845’te kurulmasıdır.
10 Nisan 1845 tarihinde yayınlanan ve İstanbul’daki yabancı misyonlara da “Tezkere-i Umumiye” tarafından gönderilen “Polis Nizamnamesi” ile, ilk defa “polis” adı verilen bir zabıta teşkilatı kuruldu.
Bunun da kökeninde 19’uncu yüzyılda başlayan “yenileşme” hareketi Tanzimat yatıyordu.
Yeniçeriliğin kaldırılması; yeni ordunun kurulması da iç güvenlik meselesinin yeniden ele alınmasına neden oldu.
Fransa’daki polis sistemi aynen alındı.
Cumhuriyet döneminde 1922’de İstanbul Emniyet Genel Müdürlüğü lağvedilerek yerine Ankara’daki “Emniyet-i Umumiye Müdürlüğü”ne bağlı il teşkilatları kuruldu.
Fakat bu yıllarda polis teşkilatının kuruluş kanunu yoktu, gelişim bütçe kanunlarına bağlanmıştı.
Uzun yıllar 1908 yılında çıkarılan “Polis Nizamnamesi”nin verdiği görev ve yetkilerle hizmet yürütüldü.
Nihayet 1934 yılında, hâlâ kullanılan 2559 sayılı “Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu” ve 1937 yılında 3201 sayılı “Emniyet Teşkilatı Kanunu” çıkarıldı.
Günümüzde polis teşkilatı gerek kadro gerekse teçhizat konusunda Avrupa polisiyle boy ölçüşecek duruma geldi.
Ah bir de her fırsatta biber gazı sıkmasalar!..
Paylaş