Paylaş
MİMAR Erdem Talu’nun yanında çalıştırdığı mimarlardan biri de Emel Evgin’di.
Bir gün Emel Evgin, patronu Erdem Talu’nun kız kardeşi Çiğdem Talu’nun söz yazarı olduğunu öğrendi. “Benim eşim de şarkı söylüyor, birbirlerini tanıştıralım” önerisinde bulundu.
Erol Evgin ve Çiğdem Talu böyle tanıştı. Aralarına sonradan katılan Melih Kibar’la birlikte bir dönem Türkiye’nin dilinden düşmeyen şarkılara imza attılar.
Türkiye bugün, mimar Erdem Talu’nun oğlu mimar Eren Talu’nun eski eşi Defne Samyeli’yle boşanmasını konuşuyor.
Kamuoyunun bu ilişkiyi ve Aşk-ı Memnu dizisindeki çarpık ilişkileri merakla takip etmesinin sebebi nedir?
Bu merak tesadüf mü? Merakı doğuran neden-sonuç ilişkisi üzerinde durmak gerekmiyor mu?
İlginçtir: Aşk-ı Memnu eserinin yazarı Halid Ziya Uşaklıgil ile Eren Talu’nun büyükdedesi Recaizade Mahmut Ekrem iki yakın dosttu. Hayır, anlatmak istediğim bu benzerlik değil.
Dönem benzeşmesi üzerinde, yani, Eren Talu-Defne Samyeli ilişkisi ile Aşk-ı Memnu dizisinin bu derece ilgi görmesinin nedenleri/koşulları üzerinde durmak istiyorum.
Hemen “toplumsal çöküş”-“toplumsal kirlenme” gibi ahlakçı çözümlemelere girecek değilim. Benim derdim başka...
Aşk-ı Memnu’yu doğuran koşullar
Aşk-ı Memnu’nun yazıldığı (1899) 19’uncu yüzyıl sonuna gidelim:
Sultan II. Abdulhamid’in baskıcı dönemi her geçen gün etkisini artırıyordu. Tanzimat ve Yeni Osmanlılar döneminin göreceli özgürlük dönemi tamamen sona ermişti. Topluma korku hâkimdi. Hakkınızdaki bir jurnal hayatınızı kâbusa çeviriyordu.
“Ülkede esen zulüm rüzgârlarından, yönetimin her köşesine sokulan kötülükler zehirinden” basın ve edebiyat da nasibini alıyordu diyor Halid Ziya Uşaklıgil anılarında. (Kırk Yıl, s. 464)
“Bir kolu sarayın gerici ve geleneksel eğilimleriyle kuruntulu siyasetine uzanan, öteki kolu ülkede eskiliğe, medrese anlayışına, Arap ve İran bulaşığı şiirlere bağlı ne kadar eleman varsa -ki pek sınırlı azınlığa karşılık, bunlar büyük bir çoğunluktu- sırtını Sirkeci’deki bir yazı fabrikasına (Ahmet Mithat Efendi’nin çıkardığı) Tercüman-ı Hakikat Gazetesi’ne dayamıştı. Bu güç öyle bir etkinlik kazanmıştı ki, Tanzimat edebiyatını ve Batı sanatını savunanların İstanbul’daki tek temsilcisi olan Recaizade Mahmut Ekrem Bey’i (Galatasaray Lisesi ve Mekteb-i Mülkiye’den) attırabilmiş ve yerine geçmişti.”
Servet-i Fünun’a saldırılar başladı
Tanzimat edebiyatının temsilcileri Şinasi ve Namık Kemal’in takipçisi olan Recaizade Mahmut Ekrem geri adım atmadı. Mülkiye’den öğrencisi Ahmet İhsan (Tokgöz) Bey’in çıkardığı Servet-i Fünun’u edebiyat ağırlıklı bir dergiye dönüştürdü.
Dergiye ilk olarak Tevfik Fikret’i getirdi. Ardından diğer “öğrencileri”; Cenap Şahabeddin, (Namık Kemal’in oğlu) Ali Ekrem, (Peyami Sefa’nın babası) İsmail Sefa, Süleyman Nazif, Hüseyin Kazım, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahid, Halid Ziya (Uşaklıgil) vb. dergiye götürdü.
“Edebiyat-ı Cedide” doğdu...
Her yeninin karşısında her daim güçlü bir muhafazakâr kitle olur.
Servet-i Fünun’un muhalifleri çok güçlüydüler, sırtlarını Yıldız Sarayı’na dayamışlardı.
Bu grubun başında
Tercüman-ı Hakikat’ın sahibi Ahmet Mithad Efendi ve gazetenin edebiyat sayfasını yöneten damadı Muallim Naci vardı.
O dönem edebiyat dünyasının “padişahı”ydılar! Muallim Naci müritleri tarafından “şiirin tanrısı” olarak görülüyordu. (Ateş-pare, Şerare, Füruzan adlı şiir kitaplarını bugün kim okuyor acaba?)
Şeyh Vasfi, “Antelib”
mahlaslı Faik Esad, Müstecabizade İsmet gibi isimlerin oluşturduğu bu muhalifler, Servet-i Fünun’u “devrimci” buluyor ve onu boğmak istiyorlardı. Sürekli aleyhlerinde yazıyorlardı. Sataşmaları sadece yazıyla sınırlı değildi; Muallim Naci ve şürekası bazen kızdıkları yazarları bir köşede sıkıştırıp dövüyorlardı!
Fakat Servet-i Fünun için en tehlikeli olan kişi, “Malumat” Dergisi’ni çıkaran Baba Tahir idi. Bu adam kimdi; ne zaman basına girmişti; nasıl sivrilivermişti; kimse bilmiyordu. Sonra anlaşılacaktı; Baba Tahir’in arkasında II. Abdulhamid vardı. Basına paraşütle sokuluvermişti.
Servet-i Fünun saldırılara karşı direniyordu.
“Böylesine elverişli olmayan koşullarla çevrilmiş beş-on kişilik bizim topluluk gücünü nereden alıyordu? Her şeyden önce yılgınlığa yenik düşerek zaten sansür kemendinin günden güne daha sıkışıp boğmaya çalıştığı kalemlerimizi, bir daha ele alınamayacak gibi kırıp bir yana atmaktan koruyan bir dayanma, direnme gücümüz vardı; sanata çılgınca âşık olmak.” (Uşaklıgil, s. 476)
Servet-i Fünun’u susturmak için tek bir yol kalmıştı...
Tevfik Fikret’in evi basıldı
Servet-i Fünun yazarlarının bazıları sürgüne gönderilme tehlikesine karşı, (örneğin Ali Ekrem “A. Nadir”, Ahmed Reşit “H. Nâzım”, Süleyman Nazif “Bursa Mektupçusu”, Süleymanpaşazade Sami “Süleyman Nesib”) mahlasla yazdı.
Edebiyat dergisi Servet-i Fünun’a gün geçtikçe baskılar artırıldı.
İlk saldırı Tevfik Fikret’e yapıldı, evi sabaha karşı polis tarafından basıldı, arandı. Zararlı kitap bulunamadı!
Hemen ardından Servet-i Fünun yazarları Hüseyin Siret, İsmail Sefa ve Ubeydullah Efendi makalelerinde suç tespit edilip sürgüne gönderildi.
Dergi yayınını yine de sürdürdü.
Ve Hüseyin Cahit’in yazdığı “Edebiyat ve Hukuk” makalesinden ötürü dergi kapatıldı.
Aşk yazmak zorunda kaldılar
İşte Aşk-ı Memnu böylesine özgürlük ortamından yoksun bir dönemin ürünüydü.
Halid Ziya Uşaklıgil ve Edebiyat-ı Cedidecilerin baskıcı bir ortamda halkı eğitmek ve bilinçlendirmek için roman yazmaları imkânsızdı. Uşaklıgil de anılarında II. Abdulhamid devrinde yazılan romanlarının “memlekette teneffüs edilen zehirli havayı” yansıtmadığını itiraf etmektedir. (s. 463)
Bu dönem romanlarında, yaşadıkları toplumun yoksullukları, adaletsizlikleri, sömürü mekanizmaları mecburen yoktu.
Bu nedenle, Halid Ziya Uşaklıgil ve Servet-i Fünuncular, toplumsal yaşamı ele alamadılar; “bireyci hayatlar”ı yazmak zorunda kaldılar.
Bu nedenle, acılı aşkların nedeni olarak toplumsal koşulları görmediler.
Bu nedenle, romanları dış dünyadan kopuktu, toplumsal gerçekçilikten bağımsız bir serüvendi.
Roman da dizi de neden rağbet gördü
Tarihe baktığınızda her baskı rejiminde, yazarların birey psikolojisi üzerine yoğunlaşan eserler ürettiğini görürsünüz. Bunun örneklerini 12 Eylül 1980 darbesi sonrası yazılan romanlarda da bulabilirsiniz.
Bugün Ergenekon süreciyle başlayan korkuların da benzer edebi eserlerin yazılmasına neden olduğunu tespit edebiliriz. Son yıllarda çıkan romanların çoğunluğunun bireyi ele alması ve bireyin toplumsal-siyasal hayattan bağımsız konu edilmesi rastlantı mıdır?
Uzatmayayım...
Aşk-ı Memnu, II. Abdulhamid’in baskıcı rejiminde doğdu. Servet-i Fünun’da tefrika edilen Aşk-ı Memnu o korkutucu rejimde çok ilgi gördü.
Peki Aşk-ı Memnu dizisi niye çok reyting aldı?
Tesadüf mü? Hayır. Maddi koşullar aynıydı çünkü.
Siyasal baskıların, ekonomik sıkıntıların, hoşnutsuzluğun arttığı her dönem, halkın merakının,
Aşk-ı Memnu gibi yaşamlara-aşklara yöneldiği bir gerçek değil midir?
Zengin ve aylak bir toplum katının yozlaşan yaşam biçimini ele alan Aşk-ı Memnu ile Eren Talu-Defne Samyeli ilişkisinin bu kadar konuşulması, yazılması tesadüf olabilir mi?
Hadi Çiğdem Talu ile başladık Çiğdem Talu ile bitirelim...
Çoğunluk bugün Eren Talu-Defne Samyeli gibi Aşk-ı Memnu ilişkileri merak etse de, yarın korkularını yenip yine Çiğdem Talu şarkısı söyleyecektir: Nereye Payidar Nereye?..
‘Nereye Payidar’
Yıl: 1975. Ankara.
Türkiye tarihinin en muhalif günlerini yaşıyordu. Her şey konuşuluyor, her şey yazılıyordu.
Bilgesu Erenus o günlerde, sınıfına ihanet eden bir işçi kadını anlattığı tiyatro oyununu yazdı: ‘Nereye Payidar’.
Yönetmenliğini Rutkay Aziz’in yaptığı oyunu Ankara Sanat Tiyatrosu sahneye koydu.
Müziklerini Timur Selçuk’un yaptığı oyunda şarkı sözünü Çiğdem Talu yazdı:
“Nereye Payidar nereye/
Yokuş bayır demesen de/Dere tepe düz gitsen de/
Çıkmaz bu yol bir yere/
Nereye Payidar nereye/
Bir gün gelip evlensen de/Kurtulmayı düşlesen de/
Çıkmaz bu yol bir yere/
Nereye Payidar nereye/
Şefle iyi geçinsen de/Bugün için sevilsen de/
Çıkmaz bu yol bir yere/
Nereye Payidar nereye/
Seninkiler direnişte/Bir sen yoksun içlerinde/
Çıkmaz bu yol bir yere/
Nereye Payidar nereye/
Gönlün yoksa ezilmeye/Sen de katıl direnişe/
İşçilerle, işçilerle, işçilerle el ele/
Nereye Payidar nereye.”
Aşk-ı Memnu şifreleri
BİHTER ’in intiharı:
“Efendi; Beyaz Türkler’in Büyük Sırrı” kitabına çalışırken Halid Ziya Uşaklıgil’in ailesindeki intiharlara çok şaşırmıştım.
Halid Ziya Uşaklıgil’in amcası Yusuf düğününe bir gün kala intihar etti. Neden intihar ettiği hiç bilinemedi. Sır olarak kaldı.
Halid Ziya Uşaklıgil’in bir diğer amcası Süleyman Tevfik de intihar etti. Aşkına karşılık bulamayan Süleyman Tevfik, Elhamra Gazinosu’nda sevgilisinin karşısına geçip tabancayı şakağına ateşleyerek intihar etti.
Halid Ziya Uşaklıgil’in oğlu Dışişleri mensubu Vedat da intihar etti.
Halid Ziya Uşaklıgil’in kızı Bihin’den olma torunu Tiraje Kösemihal de intihar etti.
Halid Ziya Uşaklıgil’in eserlerinin hepsinde bir genç kızın ya da erkeğin, kendi suçu olmadan aşkla hayal kırıklığına uğramasını, yıkılmasını ya da ölmesini bu olaylarla ne derece ilişkilendirebiliriz?
Nihal kim?
Roman Bihter’in yasak aşkı ve trajik hikâyesini öne çıkarır gibi görünse de, Nihal’in öyküsünün daha ağır bastığını söyler kimi eleştirmenler. Onlara göre, Nihal’in “büyüme” romanıydı bu; çocukluktan genç kızlığa, basitlikten olgunluğa geçerken yaşadıklarının anlatımıydı.
Nihal, Halid Ziya Uşaklıgil’in en yakın dostu (Tevfik Fikret’in halası Ayşe Sermet’le evli olan) Mehmet Rauf’un kızının adıydı.
Nihal, gazeteci Selami İzzet Sedes’le evlendi.
(Halid Ziya Uşaklıgil’in oğlu Bülent de, Cumhuriyet Gazetesi’nin kurucusu Yunus Nadi’nin kızı Leyla ile evlendi. Emine Uşaklıgil, Halid Ziya’nın torunudur.)
Madam Courton:
Batılı kadınlar Osmanlı romanlarına genellikle “mürebbiye” olarak girdi. Bunlar hep “uygarlık öğretmenliğine” dönüştürüldü.
Aşk-ı Memnu’da asil kökenli Matmazel de Courton’un da elinden Figaro Gazetesi düşmüyordu.
Halid Ziya Uşaklıgil, Vedide, Sadun ve Güzin adındaki üç çocuğunu küçük yaşlarda kaybedince Vedat, Bülent ve Bihin’e bakması için Avrupa’dan mürebbiye getirdi.
İlk gelen Fransız Madame Catherine idi. Çocuklara Fransızca öğretti.
Bir diğer mürebbiye ise Alman Fraulein von Katte idi. O da çocuklara Almanca ve piyano öğretti.
Aşk-ı Memnu’daki Madam Courton bunlardan hangisiydi acaba?!
Kahramanlar...
Uşaklıgil romanlarındaki karakterler için şöyle yazıyor:
“Eserlerinde insanlık örnekleri yaratarak bunları bir olayın değişik evreleri arasında, şu ya da bu düşünce ve durum içinde yaşatarak düşündüren, hareket ettiren yazarlar; kendi kişiliklerinden sıyrılarak hayallerinde yarattıkları kişilerce emilir gibi onlardan biri olur. Onların egemeni yazarın yaratıcı düşüncesi, ruhu onun soluğudur. Bu kişilerde yaratıcının kendisinden bütünüyle soyutlayabilmesine pek seyrek rastlanır. Çoğunlukla bunların derileri altında saklanan asıl kişiliği ta kendisidir.”
Yalı... Halid Ziya Uşaklıgil hayatının son 40 yılını Yeşilköy’de bir yalıda geçirdi. Müze olması gereken bu yalı sonradan yıkılarak apartman oldu.
Paylaş