İktidarlar gelir geçer

Haberin Devamı

LAİK kesimde giderek daha fazla seslendirilen bir hissiyat var.
Bu kesim, AK Parti’nin ve onun lideri Tayyip Erdoğan’ın “iktidarda kalma iştahından” tedirginlik duyuyor, ötesinde söz konusu iştahın dozajını demokratik bir çerçevenin dışına taşmış görüyor.
Pek tabii, bu iddialı, hatta abartılı bir yaklaşım olabilir.
Ancak, unutmayalım ki İslam coğrafyasında “seçimle işbaşına gelen” İslami tınılı iktidar örnekleri varken, “seçimle gitmenin” pek bir pratiği yaşanmadı.
Neticede “din” kartını kullanarak, muhafazakar kitlelerin oylarına kalıcı ipotek konulabileceğinden söz edilebilmektedir.
Mamafih, Türkiye bir Arap ülkesi değil.
Tamam, AK Parti kurulduğu dönemden itibaren 8 seçimden (3 genel, 3 yerel, 2 referandum) kazanarak çıktı. Ama son yerel seçimlerde son genel seçimlere göre oylarını da 6 puan civarında düşürdü.
Şu anda, AK Parti yönetim kadrosunda var olduğu söylenen iktidar iştahının sebebini, daha ziyade muhalefetin dağınıklığına bağlamak icap eder.
Böyle bir muhalefet ortamında kim olsa iktidarının daha uzun süre devam edeceğini varsayar ve bu özgüveni tüm eylem ve söylemlerine yansır.
Her neyse, yine de tedirginlik duyanlara bir parça hak vermek gerek.
Kaliteli bir demokrasi “değişim dinamiğini” test ettikçe serpilip güzelleşiyor.
Artık vesayet subabının olmadığı bir Türkiye’de yaşıyoruz.
Bu çok önemli husus muhafazakar seçmen üzerinde bir müddet sonra “tersine kilitlenme” ruh halini esnek hale getirecektir.
Pek tabii, aynı durum kamplaşmanın tarafı olan tüm gruplar için de geçerli olacaktır.
Bu arada belirtelim ki, AK Parti kendi iktidar dönemlerinde tahripkar bir ekonomik krize sebebiyet vermedi, ötesinde 2008 dünya ekonomik krizinin ülkeye yansımalarını çok iyi yönetti.
Temenni etmemekte birlikte, şayet böylesi bir durum yaşanırsa, hiç şüphesiz olmasın, “kalitesi korunmuş sandık” “cezasını” iktidarlara keser. Böyle bir durumdan medet ummanın son derece yanlış olduğunu da belirtelim.
Neticede “iktidarda kalma iştahını” duyanlara değil, duyuranlara bakmak, bize daha doğru geliyor.
Ha, “daha olgun bir söylem mi”. Keşke olsa, ama bu da bir demokratik tercih.

Haberin Devamı

Hikaye noksanımız var

Haberin Devamı

KIYI beldelerimiz yeni bir turizm sezonuna hazırlanıyor.
Cazip bir tatil yöresi olabilmek, bugünden yarına bir hevesle gerçekleşebilecek bir şey değil.
Özellikle yapılaşma konusunda hassas davranmayan, bu meseleyi on yıllar öncesinden sıkı tutmayan yerlerin işi çok zor.
Marmaris ve Kuşadası bu konularda maalesef çok bilinçli davranmadı.
Yüksek yapılara izin verdiğiniz zaman, ister istemez bir şehir duygusu beldeye hakim oluyor ve o beldenin turizm için çok önemli “hafifleten” etkisini, büyüsünü eksiltiyorsunuz.
Çeşme, Foça, bir ölçüde Ayvalık bu hataya çok fazla düşmeyen tatil yörelerimiz.
Ancak turizmde bir iddia sahibi olacaksak bu tip tedbirler yeterli olmaz.
Denizinini temiz, konaklama yerlerinizi, yeme-içme, eğlence mekanlarınızı belli bir seviyeye getirseniz bile, tüm bunlar size arzu ettiğiniz sıçramayı yaptırmaya yetmez.
Şüphesiz “şirin beldeler” kategorisinde üst basamaklarda yer alırsınız ama daha fazlasını talep ediyorsanız ilave pazarlama tekniklerini devreye almanız gerekir.
Böylesi bir üst seviyeye geçiş için en hazır tatil beldemiz “Çeşme” olarak gözüküyor.
Özellikle Alaçatı’da yaratılan ortamla ulusal ve uluslararası ilgi uyandırılmış oldu.
Bölgenin makus talihini değiştiren “otoyol”, otantik yapısı her nasılsa korunmuş kasabanın doğru bir şekilde işlenmesi ile müthiş bir potansiyele kapı açıldığı görüldü.
Alaçatı’nın atağına, Çeşme’nin diğer yöreleri de karşılık vermeye başlayınca bambaşka bir mücevher oluşmaya başladı.
Şu aşamada, oluşan heyecanımız ve duyduğumuz gurur bizlere yetmemeli.
Bu pilot bölge için yeni öyküler yaratmaya koyulmalıyız.
Örneğin Cannes, şu aralar uluslararası film festivali ile gündemde, Monte Carlo’da Nadal’lı, Federer’li bir tenis turnuvası yapıldı, yakında sokaklarında Formula 1 organizasyonu gerçekleşecek
Bir vesile odak noktası olmayı becermek gerekiyor.
Bir ara Çeşme için “Yaz Davos’u” çok dillendiriliyordu.
Mütevazı Sakız bile geçen hafta “Roket Savaşları” hikayesi ile dikkatleri üzerine çekmeyi başardı.
İspanya’da domates savaşlarından sokaklarda “boğa” koşuşturmasına, sıradan yerlerin, turistik öykülerle pazarlandığı bir dünyada bir “üst akılın” bu yerlere dair düşünmeye başlamaları icap ediyor.
Biliyoruz, “küçük olsun, bizim olsuncular” bu yaklaşımları beğenmeyebilir.
Doğru tek değil, onlar da kendince haklıdır.

1915 mesajı

Haberin Devamı

OSMANLI İmparatorluğu dağılma sürecine girince gidişatı tersine çevirecek ya da zararın neresinden dönülse kardır mantığı ile çözüm yolları aranmaya başlamıştı.
O esnada dünyada ve bölgemizde milliyetçilik akımları yükseliyordu.
İttihatçılık işte bu ortamda filizlenmeye başladı.
Türklük kavramı üzerinden asgari parametreler belirlenerek, bir anlamda “daralarak, kalanlar üzerinden konsolide etme” anlayışı makul bir proje olarak benimsendi.
Bu yaklaşıma göre, gayrimüslimden Türk olmazdı, Araplardan mümkün mertebe uzak kalınmalıydı, Kürtler zor denklemdi ama zamanla çözümlenebilirdi...
Neticede “Türk dilli” bir coğrafya avantajıyla sair etnik kimliklerin kültürlerini de baskılayarak bir ulus-devlet projesi hayata geçirilebilirdi.
Daha sonraları genç cumhuriyetin de sahipleneceği bu model İttihat Terakki eliyle yürürlüğe kondu.
Yaklaşık 50 yıllık bir süreçte Anadolu’da Ermeniler, Süryaniler, Rumlar, Yahudiler seyreltildi, adeta “eser” miktarda kaldılar.
Bu arada Arap kültürüne mesafe konuldu, mesela Çerkezler kendi dillerini unuttu, muhafazakarlar baskılandı, yepyeni bir Türklük şuuru inşa edilmeye çalışıldı, toplum bu esasa göre biçimlendirildi.
Vurguladığımız gibi, bu bir dağılmaya ve yok olmaya yüz tutmuş bir imparatorluğun, o döneme dair makul gelen bir “kurtuluş reçetesiydi”.
Belki bu sebepledir ki projenin akamete uğramaması için yaşanan dramlara bilinçli bir şekilde “duyarsız” kalındı.
Şimdilerde, fiili bir Türkiye gerçeği var. Artık geçmişi geri getirmek mümkün değil. Kimi ulusalcıların, milliyetçilerin işkillendiği “tehlike!” hiçbir şekilde varit olmaz.
Ne var ki dünya da, Türkiye de 20. yüzyılın başlarındaki yerde değil.
Artık çağın yükselen değeri demokratik toplum modellerine işaret ediyor.
Bu ülke geçmişin ulusalcı ezberleri üzerinden yönetilemez.
Bu anlamıyla Sayın Başbakan’ın Ermenilere yönelik açılımını olgunlaşmaya çalışan demokratik bir yönetimin tezahürü olarak görmek gerekir.
Şüphesiz gönül, demokratik standartlar konusunda her konuda bütünlüklü tutumlar arzu ediyor. Temenni ederiz, o günler de gelecektir.

Yazarın Tüm Yazıları