Paylaş
- Kültür zenginliğinin farkında olmayan bir toplum olduğumuzu hep konuşuyoruz. Nasıl bir toplum olma yolunda ilerliyoruz?
Çok doğru! Biz, motoruna kadar kendi uçağını yapan dünyadaki 5. ülke olduğumuzu bile unuttuk. Bırakın kullanmayı, uçakları satıyorduk. Ne yazık ki bu gelişmişlik 1950’lerden sonra planlı bir şekilde, Türkiye’yi bugüne hazırlamak için engellendi. Burada Köy Enstitüleri çok önemli, bunu ne kadar anlatsak az kalacak. Atatürk 1935 yılında nüfusun yüzde sekseninin kırsal kesimde yaşadığını ve bilginin Anadolu’ya götürülmesi gerektiğini fark ediyor. Askerliğini yapmakta olan Anadolu çocukları arasında okuma yazma bilen yaklaşık 80 kişi, Eskişehir’in Çifteler kasabasında bir araya getiriliyor ve eğitim alıyorlar. Sonra onlar köylerine gönderiliyor, bakılıyor ki başarılı olunuyor, bunun üzerine 21 tane Köy Enstitüsü kuruluyor. Köy Enstitüleri’nin kuruluşunu gösteren haritaya baktığımızda bilginin Anadolu’nun her coğrafi bölgesine eşit olarak dağıtıldığını görürsünüz. Bu çok önemli bir haritadır. Çünkü demokrasi ancak bilgi toplumunun yükselen değeridir ve bir arada yaşama kültürünün en önemli gücüdür.
BİLGİNİN YAYILIŞI ENGELLENDİ
Köy Enstitüleri 2. Dünya Savaşı’ndan sonra soğuk savaş döneminde, kendi tarihine, kültürüne aykırı öğrenciler yetiştiriyor yalanıyla kapatıldı. Büyük bir yalan çünkü Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün giriş bahçesinde Mimar Sinan’ın, Fatih Sultan Süleyman’ın, Kanuni’nin büstlerinin olduğunu görürüz. Ya da Köy Enstitülerinde ders veren hocalardan biri de Aşık Veysel’dir. En güzel eserlerini hocalık yaparken bestelemiştir. Bu mudur kendi kültürüne aykırı eğitim vermek! Bunun nedeni tabii ki bilginin Anadolu’ya yayılışını engellemekti. 1989 yılında Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra iyice içinde bulunduğumuz bölüştürücü, ayrıştırıcı politikalara Türkiye’nin sürüklenmesiydi.
ÖNCE ÇOCUKLARI KAZANIN
- Bilgiyi eşit olarak yayma düşüncesinden bugünkü eğitim sistemine gelirsek?
Günümüzde Türkiye’yi yönetenler eğitimi başaramadıklarını zaten itiraf ediyorlar! Eğitimi başaramamak demek; ülkenin geleceğini var edememek demektir. Geleceğimizi var edemezsek, iç-dış politikalarda da asla başarılı olamayız. Dürüst olalım! Bir ülkede çocuklar ve gençler okulları kazanmayı düşünüyor, ama o ülkenin okulları çocukları ve gençleri kazanmayı düşünmüyorsa, böyle bir ülkede aydınlanmadan ve demokrasiden hele ki gelecekten asla söz edilemez. Elimde sihirli değnek olsa önce bunu değiştirirdim.
Ben bütün çocuklara ilham olmak istiyorum ve onlara şunu söylüyorum; geleceği var eden politikacıların, yöneticilerin vaatleri değil, çocukların hayalleridir. Özgürlüğü elinden alınan çocuğa büyük derler.
- Anne-babalar farkında mı bu durumun?
Çocuklara oyuncakları anne babalar alır. Bizim toplumumuzda kız çocuğa bebek, erkek çocuğa tabanca alındığı sürece kadın cinayetleri neden artıyor diye düşünür dururuz. Bunu biz büyükler yapıyoruz. Çocuk psikiyatrisini çağdaş anlamıyla ülkemizde kuran Atalay Yörükoğlu burada çok önemli. Bir derste Tıp Fakültesi öğrencilerine demiş ki; “Bu yaşıma kadar Türkiye’nin her yerinden anne ve babalar bana çocuklarını getirdi. Dediler ki hocam bu çocuk garip, bunu bir muayene edin. Ben anne babalara telaşlanmayın dedim, o çocukları oyuncak odasına götürdüm ve onlarla sadece arkadaş oldum, oynadım. Anne ve babalarını tedavi edip geri gönderdim!”
KANATLARIMI BİLİM VE SANATIN RÜZGARINA BIRAKTIM
- Aileniz sizi de götürmüş Atilla Yörükoğlu’na. Çocukken nasıl bir dünyanız vardı?
Babam terziydi. Dükkândan atık kumaş parçalarını toplayıp eve getirir ve orta atlas kitabımı açardım. Babam bilmeden terzi makası ile hangi ülkeyi kesti, hangisine benziyor oyunu oynardım. Sonra hepsini cebime doldururdum ve pantolonumun cebinde dünyayı taşıdığıma inanırdım. Babam sonra manifatura işi yaptı. İstanbul’dan gelen malların sandıklarını, kışın sobada tutuşturmalık olarak kullansın diye evimizin terasına götürüyordu. Ben o sandıklarla uçacağına gerçekten inandığım uçaklar yapardım. Hatta uçtuğumda aç kalmayayım diye, gizli gizli ekmek üzerine yağ reçel sürer, uçağın yanına koyardım. Annem bu çocuk bu ekmekleri nereye götürüyor diye şüphelendi de yakayı ele verdim (gülüyoruz). Yoksa ben uçup gitmiştim çoktan!
KANATLARIM KIRILMADI
- Atilla Hoca sizin hakkınızda ne demişti?
“Bu çocuğun kanatlarını sakın kırmayın,” demişti. Kendisi çok büyük bir bilim insanıydı. Onunla geçirdiğim saatleri hatırlıyorum da, benim çocukluk arkadaşımdı. Bana insan olduğumu hissettiren ilk o olmuştur. Babam ve annem de çok aydın insanlardı. O yıllarda Anadolu’dan kaç kişi uçakla çocuğunu Ankara’ya psikiyatriye götürürdü ki. Ama 50’li 60’lı yılların anne babaları hep öyleydi. O güzel insanlar, kendilerinin alamadığı eğitimi çocuklarına vermek için çabaladılar hep.
Benim kanatlarım hala aynı kanatlar. Sadece kendime çok güzel bir kütüphane oluşturarak, rüzgârımı çoğalttım. Kendimi bilim ve sanatın rüzgârına bıraktım. Her insanın hayatından geriye mutlaka bir kütüphane kalmalı diye düşünüyorum. Bizim zamanımızda çekyatların bile kitap rafı vardı hatırlar mısın? Bugün ne yazık ki mobilyacılarda bile kitaplık yok. Bir iç mimar arkadaşım, son 15 yılda tasarladığı lüks villalarda, kimseden evinin bir odasını da kütüphane olarak yapmasını istemediğini anlatmıştı. O zaman şunu soruyorum, para kimin elinde? Para bir güçse, kuvvetse ve ondan önce aklın elinde olması lazım ki paranın, güzellikler ortaya çıksın ve bütün toplumu beslesin.
İNSANIN TARİHİNİ ANLATIYORUM
- Kitaplarınız ve anlattığınız hikâyelerle, tarihimizde bilmediğimiz/unuttuğumuz değerlerimizi yeniden bize hatırlatıyorsunuz?
Tarih bize Arapça’dan gelen bir sözcüktür ve anlamı, olayları takvimdeki yıllara göre sıralamak. Ama Batı history diyor yani onun hikâyesi. Yani önce insan olmanın tarihini anlatmalıyız, ben onu yapıyorum. Tarih bize siyasetin, iktidarın, gücün geçmişi olarak anlatılıyor. Oysa hâkimiyet milletindir sözüne gerçekten inanıyorsak şunu söylemeliyiz ki, tarihi tarih yapan insandır. Öyleyse insanları anlattığınız zaman millet olarak zenginliğimizi, güzelliğimizi bir arada yaşama kültürümüzün değerini fark ediyoruz. Benim yaptığım demokrasiye hizmettir. Kim ki saltanatın, iktidarın geçmişini anlatıyorsa, ne yazık ki o kişi demokrasi değerlerine, düşünce özgürlüğüne karşı bir siyasetin hizmetini yapmaktadır. Ben o değilim!
- Ve hayatın her alanında var olan kadınlarımızı anlatıyorsunuz?
Tarih boyunca hayatı var eden hep kadınlar olmuştur. Cumhuriyet onların haklarının verildiği dönemdir. Ben “evin” sözcüğünü çok önemserim. Buğdayın özüne denir ve Uygur Türklerinden bize kalan bir sözcüktür. Uygurlar da hamile kadına evin der. Ne kadar güzel değil mi? Ben de diyorum ki kadını bu toplumdan dışlamak özümüze aykırıdır. Bir ülkenin geleceğini karartmak istiyorsan, o ülkede kadını karalayan düşünceleri egemen kılacaksın. Bu Türkiye’yi Ortadoğu’nun kaosuna çekmenin planlı yollarıdır.
BEN BİR BALİNAYIM
- Sizinle birlikte hikâye anlatıcılığı da bir meslek haline geldi, yanılıyor muyum?
Hikâye toplayıcılığını ve anlatıcılığını gerçek anlamı ile toplumla bütünleştiren, yaygınlaştıran galiba ben oldum. Şimdikiler arasında bilginin ışığını karanlığa taşıyanla kalıcı olacaktır. Onu da zaman gösterecek.
Ama ilklere bakarsak Ferhan Şensoy’un tek kişilik oyunlarıyla hakkını vermek lazım. Müjdat Gezen’i de almalıyız hemen yanına. O kadar çok ustam var ki benim; Cemal Süreya, en büyük ustamdır. Vedat Günyol, Salah Birsel, Melih Cevdet Anday, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin, Oktay Rıfat, Atilla İlhan, Can Baba (Yücel), Metin Altıok, Asım Bezirci hızlıca sayabildiklerim…
OKYANUS ÇOK BÜYÜK VE...
- Sosyal medya ile aranız nasıl?
Çok vakit ayıramıyorum. Kısıtlı zamanında da bilgiyi paylaşma aracı olarak kullanmaya çalışıyorum ki bence de böyle kullanılmalı. Ben daha çok yazmalıyım, çalışmalıyım, sahne oyunları hazırlamalıyım. Sosyal medyayı bu anlamda çok sığ buluyorum açıkçası. İnsanlar kendine göre bir şeyler yazıyor sığ sularda. Ama ben kaya balığı değilim! Ukalalık olarak görün ama ben bir balinayım. Ama bu marifet değil! Bilginin derinliğini hisseden herkes balinadır zaten. Okyanus çok büyük ve orada herkese yer var.
- Sizinle artık bütünleşen müzeciliği de konuşalım isterim?
Benim 30 yılım müzelerde geçti. Dünyanın her yerinde müzelerde ve kütüphanelerde yaşayan, sabah akşam sahaflarda, antikacılarda gezen bir insanım. İstanbul Oyuncak Müzesi’nin ardından Gaziantep, Antalya ve Samsun Canik Belediyesi Oyuncak Müzelerini ve ayrıca Barış Manço Müzesi’ni de kurdum. Yani çocuk tarihi müzeleri konusunda kalfa olabildim diyebilirim. Diğer müzeler konusunda da bilgi sahibiyim. Avrupa Müzeler Forumu, Avrupa Müzeler Akademisi toplantılarına katılan, oradaki ödüllerde önemli finallere kalan, yaptıklarımın takdir edildiği bir kimliğim müzecilik konusunda.
KENDİNİ YETİŞTİREN YOK
Ancak ülkemizde müzeler açılıyor, çok iyi niyetle yapılan, desteklenmesi gereken ve sonuna kadar yanında olduğum konular, şunu üzülerek söylüyorum ki müzecilik alanında kendini yetiştirmiş, geliştirmiş çok insan yok. Dünyada aynı temadaki müzeleri hiç görmeden, müze kuranlar var. Keşke kurmadan önce fikrimi sorsalar diye düşüyorum.
Çok azınlıkta olsa müzecilik adına doğru iş yapmak isteyenler de var. Geçtiğimiz günlerde Ağrı Valisi ulaştı bana, hiç tanışmayız, çok hoşuma gitti. Nuh’un Gemisi Müzesi’ni açmak istiyor. Ne kadar güzel bir düşünce, Türkiye’ye zenginlik katar. Benim de üzerinde çok çalıştığım bir konu. Nelerin, nasıl sergilenmesi gerektiğini anlatabileceğim bir bilgi birikimim var, olursa aktarmak isterim.
MÜZECİLİK BU DEĞİL
- Ya Kız Kulesi hayaliniz, gerçek olacak mı?
En büyük hayalim odur! İstanbul Boğazı büyük bir topografik zenginliktir. Orada boğazın tarihinin anlatıldığı müze olabilir. Boğazın tarihi mitolojiyle, Zeus’un İo’ya aşık olmasıyla başlar. Boğazın tarihi Vikinglerin, Büyük İskender’in, bir çağın kapanıp bir çağın açılışının tarihidir. Bir umudun ortaya çıkışının, Bandırma Vapuru’nun yola çıkışının tarihidir. Tuna’nın buzlarının boğazı tıkamasının ve daha birçok şeyin… Müzecilik sadece bilgi birikimi değildir, bilginin nasıl sergilenmesi, sunulması gerektiğini de anlatır. Victor Hugo der ki; “Ey şair bana yağmurdan bahsetme, yağdır!” Dolayısıyla bir şeyleri dolaplara koyup, güzel aydınlatmalarla, iç mimari tasarımlar ile grafik süslemelerle bir araya getirmek müzecilik değildir. Ülkemizde yapılan ne yazık ki budur.
Paylaş