Mançurya’daki 731. birlik

"Tümgeneral Dr. Kawahima Kiyoshi, deneylerde kullandığınız insanların listesi nerede?" diye sordu Rus savcı.

"Adları yoktu, onlar birer marutaydı, yani ağaç kütüğü, sadece numaraları vardı" diye yanıtladı doktor. "Bu erkeklere, kadınlara, çocuklara ne oldu?" diye sordu savcı. "Deneylerden sonra öldüler." Marutaların çoğu Çinli, Koreli, Moğol ve Rus’tu, pek azı da savaş tutsağı Amerikalı. Sayıları bilinmiyor. Kimine göre 3 bin, kimine göre 10 bin. Nazi doktorların yaptıkları en ince ayrıntısına kadar hemen ortaya çıktı da, aynı tarihlerde Mançurya’daki 731. Japon birliğindeki insanlık suçları hálá karanlıkta.

Henüz 30’larındaki savcı Lev N. Smirnov, çantasında yeni bir iddianameyle 1949 Aralık’ında Moskova Yaroslav garının 2 numaralı peronundan kalkan Transsibirya ekspresine bindi. 70 kadar ülkeden, yaklaşık 60 milyon cana mal olan II. Dünya Savaşı gerilerde kalmış, genç savcı hem Almanların savaş suçlusu olarak yargılandığı Nürnberg’de, hem de Japonların yargıç önüne çıkartıldığı Tokyo mahkemesinde görev yapmıştı.

Şimdi, 25 Aralık’ta Habarovsk’ta başlayacak bir duruşmaya gidiyordu. Taygalar, stepler ve çölleri aşacak Transsibirya ekspresindeki bir hafta boyunca, 1931 ile 1945 arasında kimyasal ve biyolojik silah geliştirmeye yönelik araştırmalara katılmış Japonlarla ilgili iddianamesini gözden geçirecekti. Pek mutlu sayılmazdı. Bu araştırmaların yürütüldüğü 731. birliğe liderlik edenin mikrobiyoloji uzmanı doktor Korgeneral Ishii Shiro olduğunu gayet iyi bildiği halde, onu Tokyo Mahkemesi’nin 11 yargıcı önüne çıkartamamıştı, Habarovsk duruşmasının sekizi hekim 12 zanlısı arasında da onun adı ne yazık ki geçmiyordu.

Rus savcı ile Japon tabip hiçbir zaman karşılaşmadı. Savcı, Sovyetler Birliği’nin Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na kadar yükseldi ve yıllarca görev yaptı. Batı dünyasında iyi tanınan ve Rusya’nın yetiştirdiği en ünlü hukukçular arasında sayılan Lev Smirnov’un adı 1986’daki ölümüne dek hep gündemde kaldı. 731. birlikte yaşananlar ise sadece Habarovsk Mahkemesi’nde dile getirildi. Birliğin fikir babası askeri tabip İshii Shiro’nun adı ise, II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan hiçbir mahkemenin tutanağında yer almadı. Korgeneralin, müttefik kuvvetler başkumandanı Douglas MacArthur ile yapılmış bir antlaşması vardı çünkü.

GAZETE HABERİNİN YARATTIĞI CANAVAR

I. Dünya Savaşı bittiğinde Japonlar, savaş sırasında Almanların, İngilizlerin ve Amerikalıların kullandığı klor, fosjen ve hardal gazı gibi kimyasal silahlar hakkında hiçbir bilgileri bulunmadığını fark ettiler ve bu eksikliği telafi etmek için, İmparatorluk Ordusu bünyesinde, Yüzbaşı Terunobu Hasebe başkanlığında 40 kişilik bir araştırma ekibi oluşturdular.

O tarihte İshii Shiro, henüz Kyoto Üniversitesi’nde, zeki, çalışkan, ancak kendini beğenmiş ve pek küstah olarak tanınan bir tıp öğrencisiydi. Fakülteyi bitirir bitirmez orduya katılmakla birlikte, kısa bir süre sonra mikrobiyoloji doktorası için yeniden üniversiteye döndü. Bu arada rektörün kızını sevdi, onunla evlendi, her şey yolunda giderken sakin ve huzur dolu akademik yolculuğu, bir sabah okuduğu haberle alt üst oldu. Sadece onun değil, on binlerin yaşamını alt üst edecek, Japonya ile Çin arasında günümüzde bile süren siyasi gerilimlere neden olacak haber, 17 Haziran 1925’te Cenevre’de imzaya açılan bir protokolle ilgiliydi. Savaşlarda kimyasal silahların kullanımı yasaklanıyordu. Polonya, bunlara bakteriyolojik silahların da eklenmesini istemişti. Ishii Shiro, kimyasal silahları biliyordu da, bakteriyolojik olanlardan haberi yoktu. Yasaklandıklarına göre, çok etkili olmalıydılar.

Konu o kadar ilgisini çekti ki, 1927’de doktorasını bitirir bitirmez kendisini yeniden orduda ve yüzbaşı Hasebe’nin araştırma ekibi içinde buldu. Askeri ataşe olarak gönderildiği Avrupa ve Amerika gezilerinden döndüğünde inancı pekişmişti. Modern savaşlar, ancak bilim ve teknoloji gücü ile kazanılabilirdi ve doğal kaynakları yeterli olmayan ülkesinin biyolojik silah üretmekten başka çaresi yoktu.

731. BİRLİK KURULUYOR

1931 Eylül’ünde Japonya, Çin’in kuzeydoğusundaki Mançurya bölgesini işgale başladı ve 1932 Şubat’ında kendi güdümünde bir devlet kurdu: Mançukuo. Yaz başında, Ishii Shiro başkanlığında 10 askeri tabipten oluşan bir ekip Mançukuo’ya keşfe gönderildi. Ekip, biyolojik araştırmalar merkezinin Harbin kentinde, insan deneylerinin gerçekleştirileceği tesislerin de kentin varoşlarındaki Pingfang’da yapılmasını önerdi.

Yarbaylığa terfi eden Ishii Shiro’nun, Harbin’deki ilk tesisi 1932 sonunda resmen açıldı ve kısa zamanda 150 binayı kapsayan ve Kuantung Ordusu Salgın Hastalıkları Önleme ve Su Arıtma Ünitesi adı verilen dev bir araştırma merkezine dönüştü. 1938’de, Pingfang’daki üç metre yüksekliğindeki duvar ve elektrikli tel örgülerle çevrili 3 bin 200 hektar arazi üzerindeki yeni binalara geçilirken, doktor artık albay rütbesini taşıyordu ve emrindekilerin sayısı 3 bini aşmıştı. Askeri havaalanı, tren yolu ve cezaevi ile merkez, 1941’de salgın hastalıkla mücadele ve su arıtma kimliğini terk etti ve tüm faaliyetlerini 731. birlik olarak yürütmeye başladı.

1928’de Jinan’da 6 bin, 1932’de Pingdingshan’da 3 bin, 1937’de Nanking’de 369 bin 366 Çinliyi öldüren Japon İmparatorluk Ordusu, 731. birlikte geliştirilen ilk biyolojik silahını, 1939 yılında Sovyetler’in Nomonhan şehir suyu şebekesini tifo mikrobuyla kirleterek kullandı. İzleyen yıllarda on binlerce vebalı fare, Ishii Shiro’nun geliştirdiği özel bombalar içinde Çin’in değişik bölgelerine, paraşütle bırakıldı, hastalık taşıyan pirelerle bulaşık pirinç ve buğday serpildi.

731. birlik sadece biyolojik silah geliştirmekle kalmadı, veba, antraks, kolera, tifo, difteri, dizanteri, frengi, sarılık, menenjit ve bilinen daha pek çok bulaşıcı hastalığın organizmada yarattığı değişiklikleri de araştırdı. Tabii binlerce sağlam insanı hasta ederek.

KOBAY OLARAK KULLANILAN İNSANLAR

Okurları dehşet içinde bırakan bu bilgiler yeni değildi aslında. New York Times’taki makaleden 45 yıl önce, Moskova Yabancı Diller Yayınevi, Habarovsk Savaş Suçları Mahkemesi tutanaklarını İngilizce, Almanca, Çince’ye çevirerek yayınlamış ve pek çok ülkenin devlet kütüphanesine göndermişti. Sanık ifadeleri, 20 ila 40 yaşlarındaki çoğu Çinli savaş esirlerinin, komünizm sempatizanlarının ve sıradan suçluların, kitleler halinde Pingfang’a tren ya da uçakla getirildiğini gösteriyordu.

Kobay olarak kullanılan bu insanlardan bir bölümüne değişik hastalıklar bulaştırılmış, daha sonra sağlıklılarla aynı hücrelerde tutalarak, her bir hastalığın bulaşma süreleri saptanmaya çalışılmıştı.

Mahkumların bulunduğu mekanın hava basıncı yükseltilmiş, gözlerin ne zaman yuvalarından fırlayacağı araştırılmıştı. Açık arazide kazıklara bağlanan esirlerin üzerine veba etkeni Yersinia pestis’in kültürleri ya da bu etkeni taşıyan pireler püskürtülerek, ne kadar zamanda, kaç kişinin öleceği belirlenmişti. Mahkumların el ve ayakları dondurulduktan sonra, tedavi yöntemleri denenmişti.

Habarovsk mahkemesi tutanaklarında, hamile kadınlara dahi viviseksiyon uygulandığı, yani canlı bedenin gözlem amacıyla açıldığı da kayıtlıydı. Hatta 731. birliğe staj için gönderilen tıp fakültesi öğrencilerinin, apandisit, ampütasyon, trakeotomi gibi ameliyat tekniklerini, anestezi uygulanmamış savaş esiri ve mahkumlarda deneyerek öğrendikleri de.

AHLAKSIZ PAZARLIK

Habarovsk tutanaklarına neredeyse 30 yıl boyunca kimse dokunmaya cesaret edemedi. Çünkü sadece 731. birlik çalışanlarının değil, savcı ve yargıçların Stalin ve rejimi öven konuşmalarını da içermekteydi. İncelemeye çalışanların komünizm propagandasıyla suçlanması işten bile değildi.

Tutanaklar, ilk kez 1981’de John W. Powell’in yayınladığı makalede ele alındı. Bunu iki İngiliz gazetecinin Peter Williams ve David Wallace’ın 1989’da basılan kitabı izledi. Böylelikle dünya, Nazi Almanya’sında yapılanların bir eşinin, hatta daha da aşırısının Japon doktorlar tarafından gerçekleştirildiğini öğrenmeye başlıyordu. Sadece bunu değil, her şeyin fikir babası doktor Ishii Shiro’nun neden Tokyo Mahkemesi’nde ya da Habarovsk’ta yargıç önüne çıkartılamadığını da.

Savaşın hemen ertesinde ABD’nin Fort Detrick biyolojik silah araştırma laboratuvarından bakteriyolog Murray Sanders, 731. birlikle temas kurmak üzere Harbin’e gönderilmiş, Japonların insan deneyleriyle ulaştığı sonuçların, kendilerinin hayvan deneyleriyle elde ettiklerinden üstün olduğunu saptamıştı. Bu bilgi üzerine Amerikalılar, elde edilen sonuçların kendilerine teslimi karşılığında, başta Ishii Shiro olmak üzere üst düzey yetkililerin yargılanmayacağı garantisini verdiler.

Gerçekten Ishii Shiro yargılanmadığı gibi, birlikte görev yaptığı bilinen pek çok doktor, savaştan sonra Japonya’ya dönerek muayenehaneler açtılar, hatta tıp fakültelerine dekan oldular.

2005 sonlarına doğru Japon Keiichi Tsuneishi, ABD Ulusal Arşivleri’ndeki gizliliği kaldırılan belgeler arasında yaptığı incelemede, biyolojik silah üretimi konusunda Sovyetlerin bir adım önüne geçiren bilgiler karşılığında, Amerikalıların 731. birlik komutanlarına para ödediğini de açığa çıkarttı.

Tokyo’nun altındaki kemikler

Çinliler, Japon tarih kitaplarında 731. birliğe yer verilmemesini hep gündemde tuttu, Harbin’de konu ile ilgili bir de müze açtı. Günümüzde bile zaman zaman görülen salgın hastalıklardan, Japonların burada ürettiği biyolojik silahları sorumlu tutuyorlar. Öte yandan Japonya, uzun yıllar 731. birliğin varlığını dahi kabul etmedi. Ulusalcı Japon tarihçiler, biyolojik silah meselesinin, Çinliler tarafından uydurulmuş bir propaganda olduğunda ısrar ettiler. 2002 Ağustos’unda Tokyo Bölge Mahkemesi, birliğin biyolojik silah geliştirmek amacıyla kurulduğunu ve insanlar üzerinde deneyler yaptığını kabul etti, ancak Çin Hükümeti’nin tazminat talebini reddetti.

1989’da Japon Sağlık Bakanlığı, Tokyo’nun Toyama bölgesinde savaş sırasında askeri tıp fakültesi olarak kullanılan bazı binaları, yeni bir araştırma merkezi yapmak üzere yıkmaya başladı. Bu arada kafatasları, kol ve bacak kemiklerinin bulunduğu bir toplu mezar ortaya çıktı. Antropolog Hajime Sakura, kemiklerin Japon ırkından olmayan Asyalılara ait olduğunu, kırıklar ve kurşun delikleri bulunduğunu bildirdi. Kemiklerin, Mançurya’dan Tokyo’daki tıp fakültelerine eğitim amacıyla gönderilen cesetler ve organlar olabileceği ileri sürüldü. Sağlık Bakanlığı toplu mezarla 731. birlik arasında bağlantı kurmaktan kaçındı, mahkeme izniyle kemikleri yaktı, külleri bir anıt mezarın altına gömdü. Böylelikle, Çinli savaş esirlerinin akrabası olduğunu iddia eden ailelerin DNA analizi yaptırabilme umudu da ortadan kalktı.

Bu olaydan 17 yıl sonra, 2006 Temmuz’unda, tıp fakültesinin Toyama’daki lojmanlarında oturan 84 yaşındaki bir hemşire sessizliğini bozdu. Amerikalıların Tokyo’ya girdiği 15 Ağustos 1945 günü başhekimin emri üzerine, kendisinin de arasında bulunduğu tüm hastane personelinin, formalin doldurulmuş havuzlarda yüzen cesetlerle, yüzlerce kavanozda korunan kemik ve organ parçalarını buraya gömdüklerini anlattı. Şu sıralar Japonlar, hararetle 713. birliği tartışıyor.

Bu arada biyolojik silahları yasaklayan 1925 Cenevre Protokolü’nü Japonya’nın 1970’te, ABD’nin 1975’te, Türkiye’nin ise 1929’da imzaladığını belirtmek isterim.
Yazarın Tüm Yazıları