Gri takım elbiseli, zayıf, yorgun ve yüzü çizikler içindeki adam, konuşmasını bitirdiğinde herkes ayağa kalktı ve dakikalarca alkışladı.
Alkışı hak eden, bir devlet yetkilisi değildi, ünlü bir yazar ya da bilim adamı da değildi. Aslında alkış, bir takdir de değil, kocaman bir özürdü ve sonsuza dek de sürse, kabul edilmesi mümkün değildi.
2 Ekim 2007 Salı sabahı, Çiçek Balo Salonu’nda 400 kişi kadardık. Sanırım benim dışımda, öğretim üyesi olan, sadece birkaç kişi vardı ve yine sanırım, yabancıların sayısı iki elin parmaklarını geçmiyordu. Kalanı, Amerikanın federal ya da eyalet düzeyindeki irili ufaklı polis kriminal laboratuvarlarının yöneticileriydi. Uyuşturucularla mücadelenin başarılı olabilmesi için, laboratuvarların ve çalışanların ne yönde geliştirilmesi gerektiğini anlatan bir konuşma için davet edilmiştim. Açıkçası, biraz dinlenmeyi ve hoşça vakit geçirmeyi de planlıyordum. Eminim, toplantıya katılanların tamamı aynı duygular içindeydi. Ne de olsa, çoğumuz "Kongre Eğleniyor" kuşağındandık ve eğlenmeye niyetliydik.
Sabah, pek keyifli başlamıştı. Taze kahve ve çörek kokusunun dalga dalga yayıldığı, dev boyuttaki kristal avizelerin aydınlattığı salonda kahkahalar, selamlaşmalar, sıcak kucaklaşmalar bitmek bilmiyordu. Nihayet, resmi açılış yapıldı ve ilk konuşmacı kürsüye davet edildi.
Başkan Clinton döneminde sekiz yıl görev yapan ve Amerikan tarihinin ilk ve tek kadın adalet bakanı olma özelliğini hálá taşıyan Janet Reno’nun, kriminal laboratuvarların önemi, çalışanların özverili hizmeti gibi, alışılagelmiş methiyelerle başlayan ve hepimizin yüzüne büyük bir gülümseme yerleştiren konuşması birden yön değiştirdi ve o andan itibaren, balo salonunun neşe ve enerji dolu havası bulutlanmaya başladı. Çünkü eski bakan, adalet sistemini giderek sarsan Masumiyet Projesi’nden, yani DNA analizleri sayesinde, yıllarını yok yere cezaevinde geçirmiş kişilerin serbest bırakılmasını sağlayan girişimden söz etmeye başlamıştı. Hitap ettiği kişilerin yarıya yakını da, bundan 10-20 yıl önce, masumların mahkum edilmesine neden olan laboratuvarların, o zamanki ya da şimdiki yöneticileriydi.
Parkinson hastalığının belirtileri iyice belirginleşmiş Janet Reno, yoğun alkışlarla yerine uğurlanırken, kürsüye davet ettiği kişi, yine bir kadındı. Avukat Christine Mumma, Kuzey Karolina Masumiyet Merkezi’nin başkanıydı ve sadece tek bir cümle söyledi: "Masum olduğu anlaşılarak cezaevinden salıverilen 207. kişiyi, müvekkilim bay Dwayne Allen Dail’i takdim ederim." Bunu izleyen beş gün boyunca, kongrenin eğlenmesi artık hiç mümkün olmayacaktı.
ADALETE GÜVENİM TAMDI
"Henüz 19 yaşındaydım, işçiydim, rock şarkıcısı olmayı hayal ediyordum, kızım iki yaşındaydı, oğlum henüz annesinin karnındaydı ve adalete güvenim tamdı" diye söze başladı adam. Üzerine bol gelen gri bir takım elbise giymiş, mavili beyazlı bir kravat takmıştı. Sarı saçları omuzlarına dökülüyordu, biraz gergindi, bir hayli de ürkek. "12 yaşında bir kızın ırzına geçmekle suçlandığımda, bu ülkede savcılar var, yargıçlar var, olayın benimle ilgisi olmadığı birkaç güne anlaşılır, demiştim" diye sürdürdü.
"4 Eylül 1987 gecesi bir adam, Kuzey Karolina’nın Goldsboro kentindeki bir evin açık penceresinden içeriye girmiş, yatmakta olan küçük bir kıza tecavüz edip kaçmış. Karşı komşu, pencereden çıkan adamı bana benzetmiş, annesi yanındayken kıza fotoğrafımı gösterdiler, önce tanıyamadı, annesi ’İyi bak, canını yakan bu adam, değil mi?’ diye sordu. Kız da, ’Evet’ dedi.
Çarşafın üzerinde saç ve kıllar bulunmuş. Polis kriminal laboratuvarında mikroskopla incelemişler. Saçlarımla uyuşmuş. Bütün bunlar olup biterken ben hálá, bu ülkede savcılar, uzmanlar, yargıçlar var, elbette benim olmadığım anlaşılır diyordum. Suçu kabullenmem karşılığında, üç yıl denetimli serbestliğe hükmedileceği söylendi. Suçsuzdum, pazarlığı kabul etmeyince jüri önünde yargılandım. 30 Mart 1989’da, bir çocuğun ırzına geçmekten iki kez ömür boyu, haneye tecavüzden 15 yıla mahkum edildim. Önce şaka zannettim" dedi adam, "tatsız, ama yine de şaka."
400 kişi soluğumuzu tutmuş, konuşan adamı dinliyorduk. Aramızda, 20 yıl önce, olay yerinde bulunan bir saç telini zanlınınkine benzeten ve görgü tanığının teşhisini, bilimsel bir delille destekleyerek mahkumiyeti garantileyen laboratuvarın şimdiki başkanı Jerry Richardson da oturmaktaydı ve hiçbirimiz, onu üzmemek için, oturduğu yana doğru bakmıyorduk.
HEPİMİZ GÜNAHKARIZ
1988’de girdiği cezaevinde, 2001’e kadar çok sıkıntılı bir dönem geçirdiğini ve kendisini bir çocuk tecavüzcüsü olarak gören diğer mahkumların taciz ve şiddeti yüzünden, tam 16 cezaevi değiştirmek zorunda kaldığını anlatan Dail, bu tarihten sonra bilgisayar programcılığı için eğitim almaya başladığını ve ne kadar avukat, savcı ve yargıcın elektronik posta adresine ulaşabilirse, hepsine mesaj göndererek yardım istediğini anlattı. Kuzey Karolina Masumiyet Merkezi’nden avukat Christine Mumma’nın da, olaydan bu sayede haberdar olduğunu söyledi.
"Sevgili Mumma, hukuk fakültesi öğrencilerinden oluşan bir ekiple, suçlandığım saldırıyla ilgili yeni bir delil bulmak, böylelikle davamın yeniden görülebilmesi için, bir olanak yaratmanın peşine düştü. Ona, hayatımı borçluyum" derken gözleri doldu, düşmemek için kürsüye tutundu. "Özür dilerim", dedi, "sizin gibi önemli ve okumuş kişilerin karşısında konuşmak bana zor geliyor."
"Önemli ve okumuş" kişiler olarak bizler, DNA analizlerinin henüz adli amaçlarla kullanılmadığı, 20 yıl öncesinin teknik olanaklarıyla saç tellerini karşılaştıran ve mikroskop altındaki görüntülere bakıp "bu saç teli, zanlıya aittir" sonucuna varan meslektaşımızın günahı altında eziliyorduk.
Cezasını çektiğim adamı bulmanın zamanıdır
"Beni siz gömdünüz ve yine siz kurtardınız. Kuzey Karolina Kriminal Laboratuvarı’nın başkanı Jerry Richardson, seni kucaklıyorum ve önünde saygıyla eğiliyorum" diyerek sürdürdü konuşmasını. "Goldsboro polisi, cinayet davaları dışındaki hiçbir delili muhafaza etmezmiş, bu olayda da saldırıya uğrayan kız ölmediğinden, biyolojik delillerin tamamının imha ettiklerini öğrenince, bütün umutlarımız yıkıldı. Ancak, 2007’de, bölge savcısı Branny Vickory, avukatımı aradı ve 20 yıl önce, delillerin emanete yerleştirilmesinden sorumlu polis memurunun, kızın geceliğinin bulunduğu kutuyu, yanlışlıkla cinayet davalarına ilişkin delillerin muhafaza edildiği bölmeye koyduğunu söyledi, bu sayede geceliğin imhadan kurtulduğunu ve DNA analizi için Jerry’nin laboratuvarına gönderildiğini öğrendik. Geceliğin üzerindeki semen lekesini buldular, lekenin DNA profili benimkini tutmadı. 28 Ağustos 2007’den bu yana özgürüm, işte karşınızdayım, 18 yıl cezasını çektiğim adam, aramızda dolaşıyor, şimdi onu bulma zamanıdır."
400 kişi ayaktaydık, aramızda ağlayanlar vardı, geç de olsa, bir rastlantı eseri, büyük bir hata düzeltilmişti belki. Üstelik Dail büyük bir olasılıkla yüz binlerce dolarlık bir tazminat da alacaktı, ama ya ötekiler? Bir görgü tanığı ve bir saç teli yüzünden ömrünün 18 yılını demir parmaklıklar ardında geçiren birisi ile ilk defa karşılaşıyor, ilk defa sesini duyuyorduk. İlk defa, bir kod numarası iliştirilmiş delil, cansız bir nesne olmaktan çıkıyor, ailesi, çocukları, sevenleri, umutları, heyecanları olan bir insana dönüşüyordu. Alkışlıyorduk, neden alkışladığımızı bilmeden. Sanırım, özür diliyorduk, tıpkı 9 gün sonra Vali Michael Easley’in "Lütfen, bizi affet" diyeceği gibi ve utanmasak yere diz çökecektik.
DELİLLER SAKLANMALI
400 kriminalci dakikalarca kimi, neden alkışladık bilmem ama, aslında alkışlanması gereken, 1984 yılı Eylül ayında bir pazartesi sabahı, DNA molekülünün taşıdığı bazı özelliklerin, bir canlıdan diğerine farklılaştığını bir rastlantı eseri bulan genetikçi, Leicester Üniversitesi’nden İngiliz profesör Alec Jeffreys. Bizim açımızdan, belki de alkışı hak eden Jeffreys’den çok, eşi Sue. Eğer o pazartesi gecesi, yemek masasında kocasının anlattıklarını dinlediğinde, "Bu bulduğun yöntemle göçmenlik davalarını aydınlatabilirsin, insanların birbirinin akrabası olup olmadığını söyleyebilirsin" demeseydi, DNA parmakizi adı verilen uygulamanın, adli amaçlarla kullanılabileceği, kim bilir ne zaman, kimin aklına gelir ve kim bilir daha kaç bin kişi, bir görgü tanığı ya da güvenilir olmayan bir analiz yöntemi yüzünden cezaevine gönderilirdi. Bana göre, DNA analizlerinin en büyük yararı, suçluyu bulabilmesi değil, haksız yere suçlanan kişilerin suçsuzluğunu kanıtlayabilmesi olmuştur.
DNA analizlerinin henüz uygulanmadığı dönemlerde, çok sayıda kişinin, masum olduğu halde mahkum edildiği sanılıyor. İşte bu nedenle, birbiri ardı sıra Amerikan eyaletleri, mahkumiyet sonrası DNA analizlerini zorunlu kılan yasalar çıkartıyor ve elde biyolojik delil bulunması kaydıyla, eski yıllarda mahkum olmuş kişilerin davalarını yeniden açıyor, failleri bulunamayan suçları elden geçiriyor. Şu sıralar, kriminal laboratuvarlar olağanüstü bir iş yüküyle karşı karşıyalar, binlerce örneğin DNA analizini yapabilmek için yeni laboratuvarlar kuruluyor, durmadan personel alınıyor ve işlemler mümkün olduğunca robotlara yaptırılıyor. Üstelik birkaç yıldır, fail bulunsun, bulunmasın delillerin imhası yasaklanmış durumda.
Türkiye’de, mahkumiyet sonrası DNA analizi gibi bir uygulamanın yapılması mümkün değil. Çünkü, 5-10 yıl geride kalmış ve DNA analizi yapılmamış biyolojik delilleri bulmak neredeyse olanaksız. Örneğin, Adli Tıp Kurumu Kanunu’nun Uygulama Yönetmeliği’ne göre, Biyoloji İhtisas Dairesi, kendisine gönderilen örnekleri makamına iade etmediği takdirde, raporları yazıldıktan altı ay sonra tutanakla imha edebiliyor. Vajinal ve anal yaymalar ile DNA izolatlarını da, sadece bir yıl saklamakla yükümlü. Buna göre, olayın üzerinden bir kaç yıl geçtikten sonra, yeniden çalışılması gerektiğinde, delillere ulaşılması söz konusu değil (İlginç olan, narkotik maddelerden alınan tanık örneklerin, yedi yıl saklama zorunluluğu olması!).
GÖRGÜ TANIKLARI YANILABİLİR
Masum kişilerin haksız yere mahkumiyetinin, laboratuvar analizlerinde yanılma gibi nedenleri olsa da, yapılan istatistikler, neredeyse dörtte üçünün, hatalı görgü tanıklığına dayandığını gösteriyor. Bir tanığının varlığı, suçu kimin işlediğine ilişkin ikna edici bir unsur olmakla birlikte, Yale Hukuk Fakültesi’nden Edwin Borchard’ın 1932’de yayınlanan kitabı, "Masumu Mahkum Etmek"ten bu yana gerçekleştirilen yüzlerce bilimsel araştırma, insan belleğinin bir teyp şeridine benzemediğini, gördüklerimizi aynen kaydetmediğimiz gibi, başa sarılmış bir teyp gibi anımsamamızın da mümkün olamadığını kanıtlıyor.
Tanıklar, genellikle boy, ağırlık, saç rengi, bıyık veya sakalın varlığında yanılıyorlar. Bir fotoğraf gösterildiğinde, önce "belki olabilir" dediklerine, bir süre sonra "kesinlikle odur" diyebiliyorlar. Olayın gerçekleştiği mekanın ışık durumu, saldırganla tanık arasındaki uzaklık, saldırganın elinde bir silah bulunması, ya da tanığın karşılaştığı travma ve stresin derecesi anımsamayı ciddi biçimde etkiliyor. Kısacası, tanığın belleğinin de, olay yerindeki diğer delillerden farkı yok. Onlar gibi dikkatle korunmalı, belirli aşamalardan geçen yöntemlerle sınanmalı ve kontaminasyon yani kirlenmelerin olacağı unutulmamalı. Bunların nasıl yapılacağına ilişkin artık standartlar da var ve pek çok ülkenin mahkemeleri, bu standartlara uymayan tanıklığa itibar etmiyor.