Paylaş
Avrupa'da Türkler'den neden hálá daha korkulduğunu Prag'da ilk günümüzde anladım.
‘‘Zarif görünümüm’’ nedeniyle belki şimdi söyleyeceğim şeye çok şaşıracaksınız, ama ben boğazıma düşkün bir adamım.
Yemek ádetlerinin ‘‘Bir öğünde adam ölmeli’’ ilkesi doğrultusunda geliştiği Prag gibi şehirlerde bu özelliğim hayli tehlikeli sonuçlara varabiliyor doğal olarak.
Sosyal Darvinizm kuralları doğrultusunda önüme gelen her yemeği yemem gerektiği için Prag'da lokantalarda Rana cep telefonunu her an ambulans çağırmak için hazır halde bekletti.
Bu gibi ortamlarda insanın arkadaşını doğru seçmiş olması gerekiyor.
Ne yazık ki Prag'da sürekli olarak işadamı İ.B. (ki biz onu ayrıca ‘The Plexiglass’ olarak da biliriz) ve eşiyle bir aradaydık.
İ.B. adının açık olarak yazılmasını istemiyor, çünkü benim gibi bir adamla fikren anlaştığının haberi iş áleminde yayılırsa sosyal prestijinin darbe yiyeceğinden korkuyor.
İ.B. yemekte itidalli davranmak konusunda hiç de örnek alınacak bir insan değil.
Şöyle anlatayım: İlk gün İ.B. öylesine çok yemek yedi ki, lokanta sahibi onun resmini Çek ulusal kahramanlarının fotoğraflarının asılı olduğu duvarda başköşeye yerleştirmeyi teklif etti.
İ.B. aynı zamanda mütevazı bir insan olduğu için bu öneriyi nazik bir şekilde reddetti.
* * *
Yazının başlığını ‘‘Prag'da ilk yemek’’ olarak attım ya, aslında bu ‘‘son yemek’’ de olabilirdi ve bu yazıyı benim yerime başkasının yazması da gerekebilirdi doğal olarak.
Çünkü yukarıda anlattığım yemek olayı AKŞAM YEMEĞİNDEN ÖNCE gerçekleşmişti.
Arkadaşım ve ben ikişer adet sosis, soğuk et tabağı ve sonuçta da birer adet domuz dizini mideye indirdik.
Bu sonuncusunu kolay tarif edebilmem mümkün değil. Bu öylesine büyük bir et parçasıydı ki hakkında yazı yazılsa bu makale değil roman olur, ayrıca bu roman da James Joyce'un Ulysses'inden daha uzun ve karmaşık olabilirdi.
Bence bu domuz dizi değil, bir dinozorun diziydi, çünkü dizi bu kadar olan bir hayvanın domuz kadar narin olabilmesi katiyen mümkün değildi.
Belki de bu diz, kimlik krizi geçirmekte olan bir suaygırına aitti, bilemiyorum artık.
* * *
Yanımızdaki tur rehberi arkadaş Çekçe biliyordu ve bu yemeği bitirdiğimiz 17.30 civarında telefon açıp başka bir lokantada 19.30'a rezervasyon yaptırınca, lokanta sahibi işte o anda hafiften bayılacak gibi oldu.
Oradan ayrılırken arkamızdan sessiz ve saygı dolu bakışlarla bizi kapıya kadar geçirdi.
Eminim biz gittikten sonra karısına koşup ‘‘Türkleri iyi ki Viyana kapılarında durdurdular. Yoksa hepten hapı yutmuştuk’’ diye hakkımızda dedikodu yaptığına da eminim.
* * *
‘‘Zincirleme et obur eylemcileri’’ olarak ikinci yemeğimize başladık.
Bu arada sürekli bira da içiyoruz, çünkü ádet öyle ve gezilen ülkeyi otantik yaşama diye bir takıntımız olduğu için ölmek var dönmek yoktu bu yoldan.
Ben bir ara kolesterolümün İMKB'nin dünkü rekor seviyesine çıktığını hissettim.
Arkadaşıma baktım, suratı hafiften E.T'nin ten rengine dönüşmüştü.
Tarafsız gözlemciler benim rengimin de o an harika olmadığını belirtiyorlar.
Yaşam ile ölüm arasındaki o ince çizgideydik. Belki de çizgiyi geçmiştik, farkında değildik, bilemem artık.
* * *
Konuşmakta zorluk çektiğim için bir káğıt peçetenin üstüne ‘‘Çivi çiviyi söker’’ diye yazdım ve İ. ‘The Plexiglass’ B.'ye gösterdim.
Kafasını sallayarak onay verdi. Garsonu çağırdım ve yine peçete üzerine ‘‘Absinthe’’ yazdım.
Absinthe dünyanın birçok ülkesinde yasaklanmış bir içki. Çünkü 170 derece ve içende halüsinasyona, beyin hastalıklarına neden oluyor.
Allah'tan Çek Cumhuriyeti'nde bu yasak değil. İçki geldi, hiç beklemeden kafaya diktik.
İşte o anda ölümden dönmeye başladığımı hissettim, çünkü Absinthe o ana kadar yemiş olduğum bütün yemekleri ve bu arada yan etki olarak ince ve kalınbağırsağımla midemi de eriterek beni rahatlattı.
Yarın: 15 dakikalık yolu neden 1.5 saatte yürüdük? Çek Elçiliği neden matemde? Çek kızlarının bacaklarına bakmam benim suçum mu?
Paylaş