Paylaş
BU aralar birkaç kitabı birden okumaya giriştim.
John Le Carre'nin eski kitaplarını okurken iyi casus romanı okumayı ne kadar da özlemiş olduğumu fark etmiştim.
Norman Mailer'in ‘‘Harlot's Ghost’’unu bu yüzden tekrardan okumaya başladım. Le Carre'nin anlattığı dünya ile Mailer'in anlattığı ne kadar da farklı.
Birisi İngiliz Gizli Servisi. Müthiş bir kolonyal geçmişin mirasını üstlenmiş, taşıyor bunu.
Amerikan casusları ise daha farklılar. Çok daha hızlı kararlar alıyorlar, kaba kuvvete daha fazla eğilimliler ve operasyona girdikleri ülkelerdeki insanların kültürüne karşı da kayıtsızlar.
İngilizler ise ‘‘Kolonyal Ofis’’ geleneğini devam ettiriyorlar bir anlamda. Operasyona girdikleri, hatta vatanlarının çıkarları için kötülük yapacakları ülkeyi bile sevip tanıyorlar.
Bu arada Tom Clancy'nin ‘‘The Bear and The Dragon’’ adlı kitabına başlamıştım, sonuna getiremedim.
O mu çaptan düştü yoksa ben mi Clancy'den sıkıldım bilemiyorum. Büyük ihtimalle ikincisi geçerli.
Clancy'nin aşırı Amerikan milliyetçiliği propagandası yapma tutkusu bence romanlarını okunamaz hale getiriyor.
Norman Mailer kendi ülkesiyle kavgalı olduğu için olan biteni bir romancı olarak çok daha iyi anlatabiliyor. Clancy'de ise çok daha düz mantığa göre gidiyor, yazar asker olacakken tesadüfen bu işi seçmiş de savaşlarını cephe yerine sayfalarda veriyormuş izlenimini ediniyorsunuz onu okurken.
Hem Clancy hem de Mailer inanılmaz derecede verimli yazarlar. İkisinin de kitabı bin sayfadan fazla ve eğer ilk on sayfada işlerin içine giremezseniz yandınız demektir, o zaman kitabı bitirmeniz imkánsız.
***
Geçenlerde Beyoğlu'nda bir kitapçıda Somerset Maugham'ın ‘‘Points of View’’ adlı kitabını bulmuş olmak beni müthiş keyiflendirdi. İngilizlere özgü o duru anlatımla yazan bu parlak zekálı yazarın makaleleri toplanmış kitapta. Özelikle üç gazeteciyi eleştirdiği yazıyı çok sevdim.
Aynı kiptapçıda Edmund White'ın ‘‘Proust’’unu da buldum. Edebiyat dünyasının en önemli biyografi çalışmalarından bir tanesi olarak kabul ediliyor bu kitap.
Sadece 149 sayfa. Bende bir takıntı haline gelmiş olan Proust'u bu kitaptan da tanımak iyi oldu.
Bir karmaşık konu (Proust) ancak bu kadar net ve özet bir şekilde anlatılabilirdi. Şimdi daha iyi anlıyorum bu çalışmanın dünyanın en iyi biyografi kitapları arasında neden yer aldığını.
***
James Atlas'ın Amerikalı yazar Saul Bellow'un yaşamını irdelediği ‘‘Bellow: A Biography’’ masamın üzerinde durmakta olan bir başka kitap.
Edmund White'ın kitabı ne kadar iyiyse bu kitap da o kadar kötü. Çünkü White konusuna sempati ile yaklaşmış, James Atlas ise Saul Bellow'dan nefret ediyor, bu her satırından belli. Aslında konusunun işbirliğini sağlamış olarak biyografi yazan bir insanda olabilecek bu nefret başka bir durumda muhteşem bir çalışmaya dönüşebilirdi.
Ama bu durumda işler ters gitmiş. Sonuçta ise bu önemli Yahudi Amerikalı yazarı kötü gösterme kaygısı ön plana çıkmış.
Bu işe şaşırdım, çünkü James Atlas'ın birçok makalesini okumuştum ve onun gibi bir düşün adamının bu hatayı yapmasını hiç beklemezdim doğrusu.
Bir başka önemli Yahudi Amerikalı yazar Philip Roth'un ise son derece ilginç bir çalışması var elimin altında. ‘‘The Facts: A Novelist's Autubiography’’. Roth'un kendisini anlattığı, romanlarının anlamını okuyucularıyla paylaştığı bir çalışma.
Ancak bir tuzak var işin içinde. Kitabın başlığında da bu tuzak açık olarak okunabiliyor zaten. ‘‘Romancının Otobiyografisi’’ denilince, o zaman yazılanların hangisinin romancının zihninde yaşanmış olduğunu, hangisinin de gerçek olduğunu karıştırmaya, kuşkuya düşmeye başlıyorsunuz.
Sadece bu kitap bile Philip Roth'un bence dünyanın en iyi romancısı olduğunu göstermeye yeter.
Bir de Stephen King'in ‘‘Danse Macabre’’si var orada. Bana bakıp duruyor, daha açıp okumadım ama büyük keyif alacağımı biliyorum okumaya başlayınca çünkü bu usta yazar filmde, romanda korku türü eserlerin bir analizini yapıyor.
Tam bir keyif kitabı bu.
Aslında bütün kitaplarım öyle ya, bu da ayrı mesele...
Paylaş