Paylaş
Başlığımızdaki sloganı okuyanlar, Fransızlar'ın ne kadar da sevecen ve demokrat bir ülkenin insanı olduklarını düşünebilirler.
Bu yanlış izlenimde Fransızlar'ın katiyen bir kabahati yoktur.
Çünkü aslında bu slogan Fransızlar'ın her insana eşit derecede hakaret edip kaba davranmakta özgür olduklarını anlatmak için atılmıştır.
‘Fraternite’ ise Fransızlar'ın her insana eşit derecede kaba davranmaktaki özgürlüklerini yabancılara karşı kullanırlarkenki ruh hallerini tanımlar.
Onlar sıra yabancıya geldiği an birbirlerine hakaret etmeyi bırakırlar ve aniden kardeşçe hisler içinde omuz omuza verip kabalıklarını yabancıya kanalize ederler.
***
George Mikes'ın ‘Küçük Lahanalar’ (Little Cabbages) adlı kitabında tanımladığı gibi Fransız ulusunun bu temel özelliklerini kavramak için sadece ‘randevu’ kavramından ne anladıklarına bakmak yeter.
Bir Fransız'la buluşacağınız zaman eğer o size saat 10.00'da buluşalım derse bu takriben 11.30 ile 13.00 arasında randevusuna geleceği anlamına gelir.
Randevusuna geç gelen Fransız ‘Özür dilerim geç kaldım’ demez.
‘Beni ne kadar zamandır bekliyorsun?’ diye sorar ve sanki siz randevunuza vaktinde gelmekle aslında hata yapmışsınız gibi bir tavır almakta sakınca görmez. Yani kabalık bunlarda rutindir.
***
Fransızlar konuşurken durmadan el kol hareketleri yaparlar.
Bu da yetmez, bir de arada bir dudaklarıyla tuhaf sesler çıkarırlar.
Aslında antropolog olmadığımdan bu sesin tam anlamını bilemiyorum.
Ama bu ‘klik, klik’ diye bir sestir.
Fransızlar'ın köylüleri -ki ruhen köylü olanları da sayıma katarsanız bunlar ülke nüfusunun büyük çoğunluğudur- konuşurken el kol oynatmakla yetinmez, ayaklarıyla da tuhaf hareketler yaparlar.
Gündelik yaşamda konuşan Fransızlar'ın bu esnada bu derece hiperaktif olabilmeleri de son derece normaldir.
Çünkü bu ülke insanları gündelik yaşamlarında konuşma özürlüdürler.
Sokakta rastlaşan iki Fransız hemen her durumda birbirlerine söyleyecek söz bulamazlar.
Karşılıklı cümleler kurulamadığı için başlar el kol oynamaya.
Klik sesleri duyulmaya.
Fransız kültüründe bu durumu kurtarmak için ‘Oh, la, la’ türünde bir şey de icat edilmiştir.
Bu ülkede yapılan gündelik konuşmaların yüzde 90'ı karşılıklı olarak söylenen ‘oh, la, la’ sesinden ibarettir.
***
Gündelik yaşam konuşmaları bu kadar boş olan bir ülkenin görünürde bu kadar çok kitap piyasaya çıkarması ilk bakışta çelişkili gibi gelebilir.
Kitaplara kapağını açmadan baktığınızda hayret edersiniz bu insanların nasıl olup da bu kadar entelektüel olabildiklerine.
Ancak kitapları okumaya başlayınca arada bir çelişki olmadığını, boş konuşanların aynı zamanda boş yazarak son derece tutarlı davrandıklarını anlarsınız.
Çoğunlukla felsefi konular üzerinedir bu kitapların konusu.
Bu da çok doğal, çünkü felsefe, çoğu zaman çeşitli konularda aslında diyecek hiçbir şeyi olmayan insanların, önemli görünen cümleler kurmaları için ideal olan bir çalışma dalıdır.
Fransızlar işte bu konuda uzmandırlar.
Bu ülke insanlarının kafelerde bu kadar uzun süre oturmalarının nedeni de budur.
Kafelerde son derece görünürde ağır konular üzerinde, çok önemliymiş izlenimi veren konuşmalar, tartışmalar yapılır.
Felsefidir meseleler. Ne konuşan kendi söylediklerinin anlamını biliyordur, ne de dinleyen söylenenlerden tek bir kelime bile anlar.
Ama bunun da önemi yoktur, tartışmalar uzadıkça uzar.
Fransızlar sırf bu kafelerde uzun tartışma adetleri nedeniyle İkinci Dünya Savaşı sırasında Paris'in işgal edilmiş olduğunu, ancak kafede önlerine gelen öğlen mönüsünde var olan tek yemeğin Hamburg usulü tava edilmiş domuz etiyle doldurulmuş domuz barsağı olduğunu görünce anlayabildiler.
Bu arada garson da onlara ne yemek istediklerini Almanca soruyordu.
Fransızlar o andan itibaren de bu kez işgalin felsefi temellerini tartışmaya başladılar.
Böyle konularda son derece ampirik olan Amerikalılar Paris'i kurtarmasaydı onlar bugün daha hâlâ konuyu tartışıyor olurlardı.
Ve tabii ki tartışmaları o durumda daha anlamlı olacaktı, çünkü Alman filozofları Fransız düşünürlerine 20 hatta 30 basar.
***
İşte bu özellikleri nedeniyle Fransızlar anlamlı bütün düşünce sistemlerinin de içine etmişlerdir.
Temelde son derece net olan Marksist felsefe, Fransızlar konuya el atınca birden içinden çıkılmaz hale gelmiş, anlamlı konular bu adamların elinde entelektüel masturbasyon aracı haline dönüşmüştür.
Kendi iddialarına göre yaşayan en büyük düşünürleri olan Jacques Derrida bugün hala daha, aradan 30 yıl geçmesine rağmen, kendisine ait Deconstruction kavramını tanımlamaktan acizdir.
Ona göre bu kavram o kadar önemlidir ki, tanımlanması mümkün değildir.. (Bakın: The New York Times, 30 Mayıs 1998 Cumartesi)
***
Sonuç olarak sevgili vatandaşlarım, hiç üzülmeyin.
Tarihimizle ilgili bazı olumsuz olayları bunlar ne kadar sahiplenirse o kadar iyidir, çünkü Fransızlar'ın sahiplendiği şeyleri diğer insanların ciddiye alması mümkün değildir.
Paylaş