Paylaş
Bugün yine seyahat anılarıma geri dönüyorum.
Bugün anlatacağım olay aslında son derece acı.
Hem de kelimenin tam anlamıyla, inanılmaz derecede acı.
New Orleans'ın önemli özelliklerinden bir tanesi de halkının inanılmaz derecede acı yemeğe düşkün olmaları.
Genelde bu, Amerika'nın güneyine has bir özellik.
Ben oraya gitmeden önce Adana kebaplarına ve Gaziantep yemeklerine düşkün bir insan olarak acı yemek konusunda kendimi bayağı hazırlıklı hissediyordum.
Tabii yanılmışım, hem de ne yanılmak, anlatınca göreceksiniz.
***
Aslında acı konusunda bugüne kadar dersimi çoktan almış olmam gerekiyor.
İlk kötü olay, bundan 15 yıl kadar önce hayatımda ilk kez Japon yemeğini denemeye karar vermemle yaşandı.
Utangacım ya, garsona neyin nasıl yenileceğini tabii ki sormadım.
Çiğ balıklar önüme geldi, baktım tabağın bir köşesinde açık yeşil renkte, bezelye püresine benzeyen bir şey duruyor.
Ben bunun mutlaka Japonlar'a özgü bir sebzenin pürelenmiş hali olması gerektiğine karar verdim.
Çiğ balığın tadını bozmasın diye bunu yemeyi de en sona bıraktım.
O yeşil renkteki madde dışında tabaktaki her şeyi silip süpürdüm.
Püre halindeki sebze bence son derece anlamsız bir yiyecek maddesi olduğundan, o yeşil şeyi de bir kaşıkta hemen yemeye karar verdim.
Ve hepsini birden ağzıma attım.
Hissettiğim ilk şey, bir anda beynimin içinde bir hapşırma hissi oldu.
Yani yanlış anlamayın, burnum demiyorum, beynim hapşırmak için kaşınıyordu.
İkinci aşamada ise bütün sinüslerim bir daha kapanmamak üzere açıldı.
Kulaklarım da inanılmaz derecede iyi duymaya başladı.
Üçüncü aşamada omzumun üzerinde yer alan bütün sinir noktalarının -ki buna kaşlarım da dahil- cayır cayır yanmaya başladığını hissettim.
Daha sonra öğrendim ki ağzıma attığım o şey, Japonlar'ın Wasabi diye adlandırdıkları bir çeşit hardalmış. Dünyanın en sert acılıktaki hardallarından bir tanesi bu.
O maddenin onda biri bile ağzınızı acıtmaya yetebiliyor.
Tabii bunları daha sonra öğrendim. Lokantada o anda beni daha da panikleten şey, yeşil maddeyi ağzıma atmadan önce suyumu da tamamen içmiş olduğumu fark etmem oldu.
Garsona elimle işaret ettim, ama konuşmam katiyen mümkün olmadığından ne istediğimi işaretle anlatmaya çalıştım.
Bununla da sonuç alamadım, çünkü Japonlar ile komünikasyon kurmayı başarmak nedense hemen hemen imkânsız bir olay.
Lanet olası lokantada ekmek de tabii ki yok, çünkü Japonlar bunu kullanmıyorlar.
En sonunda kalktım, tuvalete gittim ve ağzımı musluğa dayayıp acı dininceye kadar bekledim.
Masaya geri döndüğümde midem Atlantik Okyanusu'nun dalgalı bir gündeki halini andırıyordu.
***
İkinci acı olay ise Washington'da bir Hint lokantasında yaşanmıştı.
O gece Rana ile birlikte kafayı iyice çekmiştik lokantaya gitmeden önce.
Benim gıcıklığım tuttu, Hintli garsonu ‘‘Siz de bu yemeğe acı mı diyorsunuz, ha ha ha’’ diye tahrik etmeye başladım.
Adam her defasında acı düzeyini daha da artırdı. Ben onla daha çok alay ettim.
Sonunda herif dayanamadı, mutfağa gitti. Geri döndüğünde bir küçük tabak içinde minicik, küçük parmağınızın ucundan daha küçük olan üç biber getirdi.
Ve bana ‘‘Haydi büyük adam, şimdi de bunları ye bakalım’’ dedi.
Bende kolanyalist ruh var ya, adama ders vereceğim ya, biberlerden bir tanesini elime aldım.
Daha ağzıma 30 santimetre kala gözlerim yaşarmaya başladı. Henüz ısırılmamış bir biberin bunu yapabilmesi yeterince uyarı olmalıydı ve hatta ben bunu görünce Washington'u bile terk etmeliydim ama, tabii yüksek düzeyde alkol insanda rasyonel düşünme imkânı bırakmıyor.
Ve evet, ben o biberi de ne yazık ki yedim.
Ondan sonraki üç gün boyunca beni gören arkadaşlarım, dudaklarımı estetik ameliyatla büyütmüş olmamı yadırgadıklarını, Zulu kabilesine özgü bu modanın bana hiç de yakışmadığını anlattılar.
Konuşmak acı verdiğinden, onlara gereken cevabı ne yazık ki veremedim.
***
Şimdi diyeceksiniz ki bütün bu olanlardan ders almış olmalısın.
Yani artık herhalde bilmediğin maddeleri böyle yutmuyorsundur. Koca adam oldun, 43 yaşına geldin, aklını başına mutlaka toplamışsındır.
Evet böyle diyeceksiniz.
Ben de size diyeceğim ki, kesinlikle yanılıyorsunuz.
Çünkü siz haklı olsaydınız, bir gece New Orleans'ta gezerken...
Tabelasında ‘‘Dünyanın en acı soslarının satıldığı yer burası’’ yazan dükkâna girip...
Raflarda üzerinde bir kuru kafa işareti olan ve ambleminde de yerde baygın veya ölü yatan bir adamın bulunduğu şişeyi elime almazdım.
Haydi elime aldım diyelim, ama bu şişenin kapağını katiyen açmaz...
Haydi açtım diyelim, ama kesinlikle dilimi bu sosa değdirmezdim.
Arkadaşlar size bir şey söyleyeyim mi, dilin ucu öyle bir acıyabiliyor ki bunu anlayabilmeniz mümkün değil.
Üstelik bu acı üç-dört gün geçmiyor ve yediğiniz, içtiğiniz hiçbir şeyin de tadına varamıyorsunuz.
Sonradan öğrendim, normal bir acı sosta diyelim 100 bin acı ünitesi varmış. Benim yediğim ise yaklaşık 400 bin üniteymiş.
Ve üstelik New Orleans'lılar için bu, orta düzeyde bir acıyı ifade ediyormuş.
Yani bunun 900 bin ünitelik olanı da varmış ve lokal ayılar bunu hamburgerlerinin üzerine döküp yiyorlarmış. Bir daha o bölgeye katiyen gitmeyeceğim.
Paylaş