Paylaş
Mensubu olduğum millete çok kakırdığım için, hazır bu yazı da elime geçmişken, bu seferlik de bir meziyetini anlatayım namıssızın!
*
Yılmaz Erdoğan’ın filmi Vizontele’yi hatırlarsınız. Filmde 12 Eylül öncesi solcu diye Şark hizmetine gönderilmiş, yani sürülmüş, kütüphanesi olmayan bir kasabaya kütüphane müdürü diye tayin edilmiş bir memur vardı.
Köylüler bu Tanrı misafiri aileyi çok güzel ağırlıyorlar, bağırlarına basıyordu. O kadar ki, müdürün (kocasının solculuğundan çok çekmiş, söylenip duran) karısı, bir sahnede, evini açan köylü kadına teşekkür ediyordu (sözler aklımda doğru kalmamış olabilir):
- Siz olmasaydınız bilmem ki biz ne yapardık!
Köylü kadının cevabındaki tecâhül-i ârif, duruluk, güzellik beni ağlatmıştı:
- Biz olmasaydık, komşulardan biri ağırlardı sizi!
*
Yazının devamında bu sefer gerçek bir anekdot anlatmıştım: Türkiye’de yaşayan bir İngiliz hanım. Buraları iyice benimsemiş, bizden alaturka hale gelmiş; yabancı misafirler geldi mi, Türkiye’nin güzelliklerini anlatmak üzere, rehber diye önlerine düşüyormuş.
Demek ki Güney sahillerine gidiyorlarmış, yolları Çanakkale’den geçmiş bir gün. Yeşillikler arasında bir bahçe görmüşler, bir çardak, altında iki tane uyduruk masa, üç dört kahve iskemlesi. Bizim İngiliz “Haydi şurada oturup kahvaltı edelim” demiş yabancı misafirlerine. Geçip oturmuşlar.
Bir köylü adamcağız gelmiş, “Hoş geldiniz, sefa getirdiniz!”
“Türkçe’ye hakim olduğumu gösterip İngilizler’e hava da atıyorum” diyor bizim İngiliz yenge anlatırken...
- Hoşbulduk, bize kahvaltı, çay da içeriz...
- Başım gözüm üstüne demiş köylü, yakındaki eve koşturmuş. Biraz sonra biraz tulum peyniri, köy ekmeği, zeytin ve bir ezik çaydanlık, çıka gelmiş.
- Yabancı misafirlerim var, demiş İngiliz yenge biraz sert; bal kaymak filan bir şey yok mu yahu?
Köylü yine koşturmuş, bu sefer teneke bir tabağın içinde biraz süzme balla gelmiş. Artık ses etmemiş, kahvaltılarını bitirmişler, çaylarını içmişler, yola düşme vakti gelmiş.
- Hesap lütfen! demiş İngiliz yenge.
- Aman bacım, paranın lafı mı olur. Her zaman bekleriz! demiş köylü.
- Olur mu efendim, kahvaltımızı ettik, çayımızı içtik, neyse öderiz.
- Ücreti yoktur, afiyet şeker olsun, selâmetle gidin!
Birden içine bir kurt düşmüş:
- Biz oturduk ama, burası çay bahçesiydi değil mi?
- Değildir bacım, demiş köylü biraz mahçup; burası benim fakirhane bahçem. Ama ne iyi ettiniz de geldiniz, bak misafirlerimize de bir çay ikram etmiş olduk!
Bu hikayeyi bize anlatırken hâlâ gözleri doluyordu:
“Niye Türkiye’yi bırakıp evime dönemediğimi, burayı niye bu kadar sevdiğimi İngiltere’den gelen arkadaşlarıma kelimelerle ifade edemiyordum bir türlü. O Çanakkale’li köylü benim yerime herşeyi anlattı!”
*
Diyeceğim odur ki, büyük şehir hayatı adamı insanlıktan çıkarsa bile, biliyorum, o dünün köylüsü, bugünün şeeerlisinin içinde bir yerlerde o insanlık kıvılcımı hâlâ duruyor.
Duruyor, duruyor ama, mübarek keçiboynuzu gibi: Bir yudum bala erişmek için bir oduna tahammül etmen gerek… ?
(*) Hürriyet-internet, 5 Şubat 2004
Not: Serdar Devrim'in bu sitede yer almayan eski İK yazılarını http://serdardevrim-ik.blogspot.com.tr/ adresinde bulabilirsiniz.
Paylaş