Selçuk Şirin

Çirkin elmanın hikâyesi

28 Ekim 2018
Bu yazıyı Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamak için geldiğim Seattle’dan yazıyorum.

Bir zamanlar Macintosh elması ile meşhur bu bölge, daha sonra sırasıyla Boeing, Microsoft, Starbucks ve Amazon gibi markalarıyla biliniyor. Tarımdan sanayiye, oradan bilgi teknolojilerine ve son olarak da Sanayi 4.0 dediğimiz yeni ekonomiye geçişin en başarılı örneklerinden birini Seattle’da görmek mümkün. Amerika’daki pek çok eyalet ekonomik çöküntü yaşarken, Silikon Vadisi’nden kilometrelerce uzakta, yağmuru ve kapalı havası ile bilinen bu bölge bir ekosistemin nasıl topyekûn kalkınma hikâyesi yazılabileceğine de güzel bir örnek.

YA ÜRETECEĞİZ YA BORÇLANACAĞIZ!
Herhangi bir ekonomiyi kalkındırmanın iki yolu var. Ya kaynaklarınızı akılcı bir şekilde kullanıp katma değeri yüksek üretime geçeceksiniz ya da dışarıdan borç alarak kalkınmanızı finanse edeceksiniz. Biz Cumhuriyet’in ilk döneminde ilk yolu tercih ettik. Tarımdan sanayiye geçişin ilk adımları o yıllarda atıldı. Sonradan özelleştirilen pek çok sanayi tesisinin temeli de o döneme dayanıyor. Ancak daha sonraki yıllarda, global sermayenin yatırım ihtiyacının artmasıyla birlikte bizim gibi ülkelerde de dışarıdan borç parayla daha hızlı kalkınma formülü devreye girdi. Son yıllarda düşük maliyetli fonların bolluğundan dolayı bu denklemi pek sorgulama ihtiyacı duymadık ama şu an içinde bulunduğumuz mali tablo karşısında, yeniden temel soruyu sormamız gerekiyor: Acaba Türkiye kendi kaynaklarıyla kalkınabilir mi?

KENDİ KAYNAĞIMIZLA KALKINABİLİR MİYİZ?
Kendi kaynağımız olarak göreceğimiz iki temel sektör var: Tarım ve turizm. Bu iki kaynağı iyi kullanıp buradan elde edilen finansmanı katma değeri yüksek yeni yatırım alanlarına, mesela Sanayi 4.0 dediğimiz yeni teknolojilere yatırmamız gerekiyor. Tıpkı Seattle’da tarımdan gelen kaynağın zamanla imalat sanayisine ve oradan da yeni ekonomiye kaydığı gibi bizim de yeni ve daha verimli üretim alanlarına kaynak aktarmamız gerekiyor. Biz transformasyonu başarıyla gerçekleştiremedik. Daha önce bu köşede tarımda fındık üzerinden, heba ettiğimiz marka yaratma fırsatını, turizmde inşaat ve çevreye duyarsızlıkla kaybettiğimiz kaynakları yazmıştım, o nedenle bugün isterseniz elma üzerinden derdimi anlatayım. Seattle’da olduğum için buradan bir hikâyeyle tarımda katma değer nasıl yaratılır sorusuna bir örnek vereyim.


Yazının Devamını Oku

Bu ödevler bir işe yaramıyor!

21 Ekim 2018
Bu sene ilkokuldaki çocuğuyla birlikte Türkiye’ye dönen bir arkadaşım, bu haftaki yazının konusunu belirledi.

Yurtdışında haftada en fazla dört gün ödev yapan çocuk bu yıl Türkiye’de gittiği okulda haftada 7 gün ödev yapıyormuş. Her gün saatlerce süren stres yüklü ödevler... Elbette bu bir anekdot, üzerine genelleme yapmak doğru olmaz. O nedenle gelin verilere bakalım. Türkiye gerçekten de çok ödev veren bir ülke mi? Ve bu ödevlerin çocuklara faydası var mı?

BİZDE ÖDEV ARTTIKÇA BAŞARI DÜŞÜYOR!

OECD tarafından 2014 yılında matematik ödevleri üzerinden yapılan ilginç bir çalışma var. Amaç her bir saatlik matematik ödev artışının, öğrencilerin PISA matematik puanına olan etkisini araştırmak. Tahmin edeceğiniz gibi hafta içinde her bir saatlik ödev artışı çocukların başarısını ortalama 5 puan arttırıyor. Yani ödev başarı getiriyor. Ancak bu denklemi en çok bozan OECD ülkesi biziz. Tüm OECD ülkelerinde ortalama olarak her bir saatlik ödev artışı puanları yaklaşık 5 puan arttırıyorken Türkiye’de bu durum tam tersi. Bizim çocuklarda 1 saatlik artış, 5 puanlık düşüşe denk geliyor. Oysa İtalya ve Almanya’da aynı oranda ödev, 15 puanlık artışa sebep oluyor. Japon öğrenciler için bu artış 20 puan, Çin’de ise 30 puanı geçiyor! Finlandiya ve Güney Kore’yi saymıyorum zira yıllardır eğitimde zirvede olan bu ülkelerde ödev ya hiç yok ya da çok sınırlı bir şekilde var.

FENDE EN ÇOK ÖDEV VEREN BİZİZ

Yazının Devamını Oku

Bir fikir bir ülkeyi kalkındırabilir

14 Ekim 2018
DIŞ kaynak olmadan bir ülkeyi kalkındırmak mümkün mü? Bu hafta Nobel Ekonomi Ödülü alan Paul Romer işte bu soruya yanıt arıyor.

İki yıl evvel bu günlerde bizim New York Üniversitesi resmi sitesinden garip bir anons yapıldı: Akademisyen arkadaşımız Paul Romer’a 2016 Nobel Ekonomi Ödülü verilmişti! Sonradan yanlış olduğu anlaşılan bu duyuru Paul’ün 20 yıldır her sene ekim ayında yaşadığı stresin üniversiteye yansımış bir haliydi elbette. Bu heyecan neyse ki bu sene bitti. Paul Romer 2018 Nobel Ekonomi Ödülü’nü aldı. Peki neydi ona Nobel’i getiren çalışma?

Soruya yanıt vermeden evvel bir kişisel not düşeyim. Benim Paul ile tanışmam, bundan 5-6 yıl önce, kendisi de önemli bir ekonomist olan Prof. Dr. Can Erbil aracılığıyla oldu. Aradan geçen sürede Paul Türkiye’yi birkaç kez ziyaret etti ve aynı zamanda NYU’ya gelen pek çok tanıdığımla buluştu.

 

NOBEL GETİREN FİKİR NEDİR?

Romer’ın kalkınma iktisadına yaptığı en önemli katkı bir ‘fikrin’ bir toplumu kalkındırabileceği tezini test etmiş olması. Endojen Kalkınma Kuramı olarak da bilinen bu yaklaşıma göre eğer bir ülke Ar-Ge, inovasyon ve beceri bazlı eğitime yatırım yaparsa o ülke kendi iç dinamikleriyle zenginleşebilir. Romer’a göre eski ekonomide emek, toprak ya da sermaye kalkınmanın lokomotifi ise, yeni ekonomide de fikir kalkınmanın lokomotifi. Elbette bu yaklaşımın bizi ilgilendiren bir tarafı var.

 

TÜRKİYE İÇİN ÖNEMLİ BİR FORMÜL!

Yazının Devamını Oku

Yardımseveriz ama...

7 Ekim 2018
Siz de son zamanlarda sayısı hızla artan yardım kampanyalarını görüyorsunuz değil mi?

Kimi çocuklar için elbise, ayakkabı topluyor, kimi okulu için kitap, kırtasiye istiyor kimi de hasta bir yakını için ilaç, tedavi parası talep ediyor. Bizim gibi yardımsever bir toplumda bu tür taleplerin karşılıksız kalmadığını görüp seviniyorum ama 80 milyonluk bir ülkede yardım faaliyetlerini el yordamıyla, denetlenmesi mümkün olmayan mekanizmalarla yürütmek elbette akıl kârı değil. Diğer modern toplumlarda olduğu gibi bizde de ‘yardımlaşmak’ artık üzerinde düşünmemiz, organize etmemiz gereken bir sektör. Peki kimilerinin 3. sektör dediği bu alanda durumumuz nedir?

VAKIFLAR MEDENİYETİ...

Bugünkü duruma dönmeden önce bizde yardım kuruluşlarının tarihine kısaca bir bakmakta yarar var. Sivil toplum kuruluşu olarak yardım vakıflarımızın geçmişi aslında Anadolu kadar eski. Selçukluların ilk yıllarından itibaren devletle birlikte sivil toplum da vakıflar etrafında örgütlenmiş... Yani devlet kadar sivil toplum örgütleri de tarihimizin asli bir parçası... Öyle ki 18. yüzyılın sonuna gelindiğinde devletten bağımsız olarak yardım faaliyeti organize eden vakıf sayısı 20 bini buluyor. Daha da önemlisi bu vakıfların toplam geliri Osmanlı Devleti’nin toplam gelirinin üçte birine denk geliyor. Osmanlı vakıflarının temel faaliyet alanında da büyük bir zenginlik var. Kuşlara ev yapan da var, çeşmelere bakan da... Çoğu bugün de devam eden Darüşşafaka gibi eğitim işiyle uğraşanlar çoğunlukta... Dini yardım faaliyeti ile uğraşan vakıf oranı ise tahmin edilenden daha az, yüzde 25 dolayında. (Kaynak: TÜSEV, https://www.degisimicinbagis.org/usrfiles/turkiyedevakiflaringelisimi.pdf).

KOMŞUSU AÇKEN TOK YATAN BİZDEN DEĞİLDİR!

Vakıflar doğası gereği kentli kurumlardır. O nedenle eğer siz de benim gibi hayata kırsal kesimde başladıysanız yukarıda sıraladığım tarihsel mirasın dışında kurulan başka bir yardım geleneğinden geliyorsunuz demektir. Geniş aile, feodal bağ, hemşehrilik kültürü içinde kurulan, resmi olmayan yardımlaşma ağı saat gibi işler. Kimin neye ihtiyacı olduğu aile büyükleri tarafından tespit edilir olan, olmayana gider ve günün sonunda gerçekten de komşusu açken tok yatanın pek görülmediği bir düzen işler... Çok değil bundan 30-40 yıl evvel nüfusun yüzde 70’inden fazlası köyde yaşarken bu tarz yardımlaşma faaliyetinden dolayı sıkıntı yoktu ama bugün nüfusun yüzde 75’i kentlerde yaşıyor. Bir de bu sayıya neredeyse tamamı kentlerde yaşayan ve yardımla geçinen 4 milyona yakın mülteciyi ekleyin...

KURUMSALLAŞTIRMAK GEREKİYOR!

Yazının Devamını Oku

Bağırsak nasıl ikinci beyin oldu?

30 Eylül 2018
Karın bölgemizin kafatası kadar önemli bir kontrol merkezi olduğu artık su götürmez bir gerçek.

Şimdi ‘Hocam nereden çıktı bu bağırsak muhabbeti’ diyebilirsiniz. Merakım yeni. Bu sene bizim bölümdeki araştırma seminerlerini ben yürütüyorum. Bu işin en güzel tarafı her hafta alanında çığır açmış isimleri kampusta ağırlamak, onlardan çalışmalarını doğrudan dinlemek. Bu haftaki konuğumuz Columbia Üniversitesi’nden Dr. Bridget Callaghan’dı. Kendisi son dönemin belki de en popüler konularından biri olan beyin-bağırsak eksenini çalışıyor.

BEYİN-BAĞIRSAK EKSENİ NEDİR?

Beyin-Bağırsak Ekseni sağlık bilimlerinden psikolojiye son dönemin en popüler araştırma sahalarından biri. Bu teze göre şimdiye kadar tek başına olan beynin kontrol sistemine benzer bir ikinci kontrol mekanizması daha var. Yani beyin her şeyi tek başına yapmıyor. Çoğu durumda beyin ile bağırsaklar birbirini etkiliyor. Eğitimde başarıdan depresyona, Parkinson hastalığından otizme pek çok farklı alanda beyin kadar bağırsakların da belirleyici bir rolü var. Örneğin, eskiden ruhsal sorunu olanların sindirim sisteminde zorluk yaşadığına dair veriler var iken, bugün sindirim sisteminde sıkıntı yaşayanların ruhsal sorunlar yaşadığından söz ediliyor. Yani neyin, neyi etkilediği, sebep-sonuç ilişkisi tamamen yön değiştirmiş durumda yeni verilerle. Hal böyle olunca da bağırsaklara eskiden olduğu gibi, pasif bir organ olarak değil, aktif ve belirleyici ‘ikinci beyin’ olarak bakılıyor.

TRAVMANIN ETKİSİ 3 KUŞAK SÜRÜYOR!

Bridget’in yaptığı bir deney beyin-bağırsak ekseninin ortaya çıkardığı mekanizmaları anlamamıza ışık tutuyor. Deneyin amacı erken yaşta maruz kalınan travma ve stresin beyin-bağırsak ekseni üzerindeki etkisini araştırmak. Deney düzeneği çok basit. Rasgele seçilen fare yavrularının yarısı annesinden zorla ayrılarak bir travmaya maruz bırakılıyor, diğer yarısı da aynı süreyi annesinin yanında geçiriyor. Çıkan sonuçlar tahmin ettiğiniz gibi. Annesiyle farklı kafesi paylaşan fareler hem beyin hem de sindirim sistemi bakımından diğer farelere göre daha sorunlu hareket ediyor. Ama daha önemli sonuç şu: Travmaya maruz kalmış farelerin yaşadığı tahribatın sindirim sisteminde bıraktığı etki tam üç kuşak sonra bile fark edilebiliyor. Yani doğum sonrası kritik gelişim döneminde travma yaşayan farenin torunu bile o travmanın izlerini taşıyor! Böyle bir deneyi insanlar üzerinden yapmak etik olarak mümkün değil elbette ancak Bridget’in aileleri tarafından terk edilerek bir bakımevine bırakılmış çocuklar üzerinde yaptığı çalışmalar travma izlerinin uzun vadede kalıcı olduğunu ve bunların izinin de hem zihinsel hem de sindirimsel olduğunu gösteriyor. Bu tahribatı gidermenin bir yolu var mı?

EVET, KEFİR...

Yazının Devamını Oku

Koreliler niye böyle?

23 Eylül 2018
BU hafta New York’ta hâkim karşısına çıktım.

Biz Türkiye’deyken evin önündeki çimler biraz uzamış, belediye de 10 gün arayla iki ayrı suç isnadı ile mahkemeye celp yazısı göndermiş. Normalde bu tür kural ihlallerinde, trafik ihlallerinde olduğu gibi gelen mektupta ‘Ya mahkemeye gel ya da suçunu kabul edip cezanı şuraya öde’ denir. Bu seferki yazıda öyle bir seçenek yoktu. Söyledikleri tarihte hâkim huzuruna çıkmazsan arama emri çıkıyor ve işin sonu 6 ay hapis cezasına kadar gidiyor. Neyse, uzatmayayım. Hâkim, savcı ve cezayı kesen belediye görevlisi hazır. Suçum yüzüme ayrı ayrı okundu: Bahçedeki çimlerin çevreye zararlı olacak kadar uzaması, evin önünde sorumluluğu bize ait olan kaldırımdaki çimlerin yangın tehlikesi arz etmesi. Sonra suçumu kabul edip etmediğim soruldu. Ellerinde fotoğraflar var. Çimler uzamış. Suçumu kabul ediyorum dedim ve 470 dolar cezayı ödeyip mahkemeden ayrıldım. Ben mahkemeyle uğraşırken, eşim de komşulara bir ‘özür mektubu’ yazıp tek tek kapılara bıraktı. Olay onları da ilgilendiriyor zira çimler uzayınca ortaya çıkan sağlık ve yangın riski onları da etkiliyor.

Şimdi diyeceksiniz ki ‘Hocam 20 küsur yıldır yaşadığın memlekette bu kuralları bilmiyor muydun?’ Elbette biliyordum. Bildiğim için de her yaz Türkiye’ye gitmeden burada bir şirket bulup çim işini çözüyordum. Ama bu sene memleketten bir misafir var diye işi şirkete vermekten vazgeçtim. Arkadaş da sonuçta çim deyip işi yavaştan almış. Buradaki sisteme yabancı zira sonuçta çim, uzasa çayır olacak en fazla...

KÜLTÜR DEĞİL, SİSTEM MESELESİ!

Başımdan geçen basit bir olayı bu kadar detayıyla anlatmamın önemli bir nedeni var. Çünkü geçen haftalarda tartıştığımız çöp meselesinden başlayarak pek çok konuya ışık tutan bir tarafı var yaşadığımın. Yıllardır bu köşede eğitimden ekonomiye, ahlaktan çöp meselesine tartıştığımız sorunların her birinde ben ısrarla sorun kültür değil, sistem diyorum. Ülkeler arası farkları açıklarken, kültürü bir sebep olarak koymak bana zihinsel tembellik olarak geliyor. Çünkü ‘Koreliler niçin böyle, çünkü onlar Koreli’ demek retorik olarak bahane bulmaktan başka bir şey değil. Yani anlamlı bir önerme sunmuyorsunuz. Daha da önemlisi, amacınız toplumsal dönüşümün yollarını aramak ise kültür gibi ortaya çıkması uzun erim alan bir faktör üzerine kelam etmek yerine, o kültürü de belirleyen sistem üzerine kafa yormak, adına yapısal reformlar dediğimiz adımların altını çizmek çok daha anlamlı bir seçenek. Özellikle toplumsal sözleşme gerektiren durumlarda, eğer kurallar net olarak belirlenirse, o kurallara uymayanlara müeyyide adil bir şekilde uygulanırsa sistem arzu ettiği kültürü belli bir süre sonra kendiliğinden oluşturuyor.

KORE’DEKİ 70 YILLIK DENEY!

Yazının başlığına gelince. Kore aslında kültürle sistem arasındaki ilişkiyi anlamamız için bize ilginç bir sosyal deney sunuyor. Aynı coğrafyada, aynı tarihi, dini, dili paylaşan halk 70 yıl önce iki ayrı sistem kuruyor. Bugün adanın Kuzey’i ile Güney’i arasında aklınıza gelen her göstergede büyük bir uçurum varsa bunun nedeni kültür değil sistemdir. Aynı şekilde, bizim köyden çıkan bir işçi Almanya’ya gidince BMW fabrikasında yan yana çalıştığı Alman ile aynı seviyede üretim yapabiliyor. Sorun bizim tembel, onların çalışkan olması değil, sorun bizim kurduğumuz sistemle onların kurduğu sistemin farkı. O nedenle sorunlar karşısında ‘Biz Türkler...’ diye başlayan açıklamaların hiçbir anlamlı tarafı yok. Bizim kültürel olarak kimseden eksik bir tarafımız yok. Dediğim gibi, sorun kültür sorunu değil.

OKUL MÜDÜRLERİNE SÖYLEYECEK DÖRT ŞEYİM VAR...

'ÖĞRENCİLERİN başarısını belirleyen en önemli faktör nedir?”

Yazının Devamını Oku

Bir Türkiye hayali gerçekleşiyor!

16 Eylül 2018
HER gün yurdun başka bir yerinden güzel haberler geliyor.

Akyaka’da bir plajda başlayan sokakları temizleme hareketi hızlıca büyüyor. Antalya’da sivil toplum kuruluşlarının, Çankırı’da gençlerin, Edirne’de belediyenin, Erciş’te eğitimcilerin, Siverek’te esnafın öncülüğünde başladı kampanya. Haluk Levent’in nevi şahsına münhasır organizasyonu Ahbap Platformu bu temizlik hareketine ilk günden destek vereceğini bildirip tüm ahbapları bulundukları yerde temizliğe çağırdı. Markalar, dernekler, okullar harekete geçti.

TEMİZ BİR ÜLKE ÖZLEMİ!

Bütün bunlar oldu, oluyor çünkü herkesin üzerinde uzlaştığı ortak bir hayal var: Temiz bir ülke! İnsanlar etraftaki pislikten bıkmış durumda. O nedenle ben bu sene binlerce yurttaşın paylaştığı bu hayalin gelecek sene iyi bir planlama yapılırsa katbekat artacağına, milyonların katılacağı bir ortaklığa dönüşeceğine inanıyorum. Düşünsenize, başka ülkelerde olduğu gibi bizde de her 6 kişiden birinin sokağa çıktığını... Merkezde ilgili bakanlıkların, yerelde belediyelerin, STK’ların altyapı desteğiyle bir gün sokağa çıkıyoruz ve ülkeyi tepeden tırnağa temizliyoruz. Bu hafta Alibaba’yı bir profesyonele devredip kendisini vakıf işlerine adayan Jack Ma’nın dediği gibi: ‘Ya hayallerimiz gerçek olursa?’. Neden olmasın!

NEREDE HATA YAPIYORUZ

BU sene fındık ihracatı 1.7 milyar dolara düşmüş! Bu köşede fındıkta hamallık yapıyoruz diye şikâyet ettiğimde ihracatımız 3 milyar dolar civarındaydı. Aradan geçen birkaç yılda bırakın fındıkta katma değer yaratmayı, elimizdeki fındığı doğru dürüst pazara çıkarmayı bile becerememişiz. Bu rakamın düşmesinin temel nedenlerinden biri kur farkı, diğeri de kuraklık olsa gerek. Ancak sorun şu ki fındıktan bu sene iki kat para kazansak bile ortada ciddi bir sorun var. Biz fındık üretiminde tekel bir ülkeyiz. Her yıl oranımız biraz azalsa da hâlâ dünyada bizden çok fındık üreten başka bir ülke yok. Üstelik son yıllarda dünyada fındıklı çikolatalara büyük bir rağbet var. Bütün bu faktörlere rağmen biz elimizdeki altın değerindeki bu üründen bile para kazanamıyorsak oturup ciddi ciddi düşünmemiz gerekiyor. Neden biz milyonlarca kişiyle çalışıp çabalayıp ancak 1.7 milyar dolar kazanırken, bizden bu fındığı alıp dünyaya satan şirketler birkaç yüz çalışanıyla bizden 10-15 milyar dolar fazla kazanıyor? Nerede hata yapıyoruz?

AKIL VE TASARIM!

Bugün dünyada işlenmemiş ürün satarak zengin olan ülke yok. Eğer bu mümkün olsaydı petrol yataklarının üstünde duran Venezuela’da halk açlıktan ölmez, yine petrol zengini Nijerya’da yoksulluk alıp başını gitmezdi. Petrol bedduası da denilen bu durum neyse ki bize uymuyor, zira bizim petrolümüz yok. Ama elimizde petrolden daha kıymetli pek çok değerimiz var. Turizm ve fındık bunlardan en önemli ikisi. Geçen haftalarda yazdığım gibi, nasıl turizm sektöründe hamallık yapmaya talip oluyorsak fındık konusunda da görünen o ki tercihimiz hammadde satmak yönünde. Oysa böyle olmak zorunda değil. Biz de pekâlâ fındıkta, turizmde ve başka sektörlerde inovasyon yarışına girebiliriz. Bunun için formül hazır: Yaptığımız her işe, ürettiğimiz her ürüne, sunduğumuz her hizmete hem daha çok akıl ve hem de tasarım katmak zorundayız. Bunu da sözde değil, özde yapacağız. Yani, bu çağda dünya ile rekabet etmek istiyorsak bilim ve sanatla uğraşan yurttaşlarımızın sayısını arttırmak zorundayız. Bu insanları el üstünde tutmak zorundayız. Çünkü bu çağda hammadde üreterek talip olacağımız tek bir iş var: Hamallık!

7 BECERİYİ ÖĞRENMİYORSA GELECEKTE İŞLERİ ZOR!

Yazının Devamını Oku

Bir şeye inanın!

9 Eylül 2018
Siyasi nedenlerle sahalar ona yasak ama en büyük reklam kampanyasında onun yüzü var!

Nike’ın son reklamını gördünüz mü? Polis şiddetine dikkat çekmek için maç öncesi okunan milli marş sırasında herkes hazır ola geçerken o diz üstü yere çöktü. Milyonlarca dolarlık kontratını sonlandıran hikâye o kararıyla başladı. Amerikan futbolunun zirvesindeyken işsiz kaldı. Trump dahil tüm Amerikan sağının hedefi oldu. Küfredenler, tehdit edenler... Her şeye rağmen ayakta kalmayı başardı. Pek çok meslektaşının desteğiyle eskisinden daha da güçlü bir şekilde Amerika’nın kronik problemi olan ırkçılığı gündeme taşımak için çaba harcadı. Ve bu sezonun başında Nike ayakkabı markası pek çok futbol yıldızı yerine onu en büyük reklam kampanyasının yüzü yaptı. İşsiz futbolcu, sezon açılışında en çok görünen, en çok posteri satılan futbolcu oldu. Kampanya sloganı da ilginç: Bir şeye inanın! Her şeyi onun uğruna kurban etmek pahasına da olsa!

POLİS ŞİDDETİ VE IRKÇILIK

Amerika’daki şiddet kültürünü en belirgin olarak göreceğiniz yerlerden biri polis şiddeti. Geçen sene polis tarafından silahla öldürülen sivil insan sayısı 987! Bu sene ilk 8 ayda 694 insan polis kurşunuyla can vermiş durumda. Öldürülenlerin yarıya yakını beyaz ki bu onların nüfustaki oranının altında. Ama siyahlara gelince durum tam tersi. Polis tarafından öldürülen sivillerin dörtte biri siyah ve bu oran siyahların Amerikan nüfusu içindeki oranının tam iki katı. İşte bu şiddet ve adaletsizliğe dikkat çekmek için 2016 sezon açılışında sahanın ortasında protesto eylemini başlatmıştı Colin Kaepernick.


Yazının Devamını Oku