Paylaş
Bu alana ÖSYM’deki ilk yüzde 1’den bile değil, ilk binde 5’ten öğrenci alınıyor. İlk altı yıllık temel eğitimi tamamlayanlar iki yıla çıkabilen mecburi hizmeti de bitirdikten sonra uzmanlığa ya da akademik kariyere yönelmek istedikleri takdirde, kendileri için ikinci bir zorlu eğitim dönemi başlıyor.
Merkezi sistemle yapılan Tıp Uzmanlık Eğitimi Sınavı’nı (TUS) kazanan öğrenciler, araştırma görevlisi, eski adıyla asistan olarak ya tıp fakültelerinde ya da Sağlık Bakanlığı’na bağlı eğitim ve araştırma hastanelerinde genellikle 5-6 yıl süren bir uzmanlık eğitimine başlıyor. Eğitimi başarıyla tamamlayıp “uzman doktor” unvanını aldığınızda ikinci bir mecburi hizmet dönemi sizi bekliyor. Bir sonraki aşamadaki “yan dal uzmanlığı” eğitimine girmiyorum.
Özetle bir hekim, ‘uzman’ olabilmek için genellikle 20’li yaşlarının orta dönemlerinde başlayıp 30’larının ortalarına doğru uzanan son derece yorucu bir eğitim aşamasından geçmek zorunda. Uzmanlık eğitimi, öğrencilerin ayrıldıkları branşlarda (kardiyoloji ya da cerrahi gibi) hem teorik eğitim aldıkları, hem de kliniklerde hasta bakarak, hocalarla birebir vakalar üzerinde uğraşarak tecrübe kazandıkları en kritik dönem. Bazen 48 saate çıkan nöbetlerle, uzun mesai süreleri içinde hem öğrenerek hem de hastalarla uğraşarak ve kliniklerin yükünü de büyük ölçüde omuzlayarak geçirilen bir dönem bu. Ayda 1800 lira maaş ve ek performans ödemesi karşılığında...
ASİSTAN EĞİTİMİ GERİLİYOR
Şimdi asistanların Tam Gün Yasası sonrasında ne durumda olduklarını teşhis edebilmek için bir “MR” çekelim. Bunun için genç asistanların kendi aralarında kurdukları “Hekimlerin Sosyal Medya Platformu” adlı site üzerinden yapılan ve geçen ağustos ayında Fransa’nın Lyon kentinde düzenlenen Uluslararası Tıp Eğitimi Kongresi’nde sözel sunumu yapılan bir araştırmaya değinelim. Bu araştırmaya 46 tıp fakültesi ve 52 eğitim-araştırma hastanesinden 40 uzmanlık dalında toplam 340 asistan katılmış.
Bu araştırma karşımıza çok düşündürücü bir tablo çıkarıyor. Öncelikle üç büyük kentteki köklü üniversitelerde ve cerrahi branşlarda eğitici kadrolarda anlamlı bir küçülmenin yaşandığı ortaya çıkıyor. Çarpıcı bir sonuç, asistanların baktıkları hasta sayısı artarken, hem hocaların ayrılması hem de iş yükünün baskısı nedeniyle eğitim çalışmalarında ciddi bir gerilemenin yaşanmakta oluşudur.
Araştırmada Tam Gün öncesi ve sonrası eğitim faaliyetlerinin durumu karşılaştırıldığında şu tablo beliriyor: Asistanlara teorik derslerde yüzde 21 azalma, klinikopatolojik seminerlerde yüzde 30 azalma, pratik beceri saatlerinde yüzde 44 azalma, bilimsel araştırmalarda yüzde 36 azalma, diğer eğitim faaliyetlerinde yüzde 47 azalma.
Katılanlar içinde Tam Gün sonrasında eğitimin niteliğindeki değişimi olumlu bulanların oranı yalnızca yüzde 2’dir. Değişim olmadığını düşünenler yüzde 53, olumsuz yönde değişim olduğunu düşünenler ise yüzde 45 dolayındadır. Aldığı eğitimden “memnun olmayanlar”ın oranı yüzde 57’dir. Yüzde 22 kararsızdır. “Memnun olanlar” ise yüzde 21’lik bir azınlık oluşturuyor.
Şu çarpıcı sonuçlara da dikkat çekelim. Asistanların yüzde 77’si hocaların öğretim motivasyonunun düştüğünü, yüzde 58’i danışacak hoca bulamadıklarını, yüzde 63’ü özellikli vakaları daha az gördüklerini, yüzde 75’i cerrahi branşlarda ameliyat çeşitliliğinin azaldığını belirtmiştir. Araştırma, “genç hekimlerde ciddi bir gelecek kaygısının yaşandığını” ana sonuçlardan biri olarak kayda geçiriyor.
Türk Tabipleri Birliği’nin (TTB) tamamladığı ve henüz yayımlanmamış olan asistanlarla ilgili rapor da büyük ölçüde bu verileri teyit ediyor. TTB Başkanı Prof. Özdemir Aktan, “Araştırmaya 20 bin asistandan 2 bini katıldı. Ana sorun geleceğe dönük güvensizlik olarak beliriyor. Çalışma saatlerinin uzunluğu ve eğitim faaliyetlerinin gerilemesi diğer iki önemli bulgu” diye konuşuyor.
Ankara Üniversitesi (AÜ) Rektörü Prof. Erkan İbiş, asistanların durumunu şöyle değerlendiriyor: “Asistanların eğitimlerinde önceki yıllara göre bir nitelik kaybı olduğunu kesinlik içinde söyleyebilirim. Bir asistan hocalarla birlikte ne kadar çok vaka çalışırsa, o kadar iyi yetişir. Hoca sayısının azalması bu açıdan da sıkıntı yarattı”.
Prof. İbiş, bugün asistanlara hâkim olan ruh haline bakarken de şöyle konuşuyor: “Ben de 1985-89 yılları arasında asistanlık yaptım. Biz de 36-40 saat nöbet tuttuk. Ama sonuçta bizi daha iyi bir yaşamın beklediğine, bilimsel çalışma imkânları bulabileceğimize, mesleğimizde daha saygın, daha iyi bir yere geleceğimize dair bir umudumuz vardı. Bugün asistan arkadaşlarımızın ruh haline baktığımızda, biz daha umutluyduk o yıllarda. Ne yapıp yapıp onların durumlarını her bakımdan iyileştirmemiz gerekir”.
KÖKLÜ ÜNİVERSİTELER ZORA SOKULUYOR
Şimdi asistanlarla ilgili sorunun başka bir yönünü gösteren ikinci bir MR çekelim. Bu görüntüde tespit edeceğimiz sorun, YÖK’ün her yıl TUS’la birlikte açtığı asistan kadrolarını bilinçli bir şekilde düşürmesi, ayrıca dağıtımında da özel tercihlerin kullanılmakta oluşudur. 2005 yılında TUS kontenjanlarında tıp fakültelerine toplam 3665, eğitim-araştırma hastanelerine 2491 kadro verilirken, 2012 yılında kontenjanlar fakültelerde 3040, hastanelerde 1752’ye düşürülmüştür. Üstelik bu dönemde tıp fakültelerinin sayısı TUS klavuzunda 39’dan 59’a, eğitim hastanelerinin sayısı ise 40’tan 55’e çıkmıştır. Ciddi bir ters orantı söz konusudur. Üstelik cerrahi gibi bazı branşlar Sağlık Bakanlığı’nın müdahalesiyle özellikle kısılmakta, ayrıca anatomi, fizyoloji gibi temel dallarda kontenjan açılmamaktadır.
Burada göze çarpan bir eğilim, özellikle köklü üniversitelerin asistan kadrolarının kısılması, buna karşılık yeni fakültelere, özellikle de bazı vakıf üniversitelerine daha esnek davranılmasıdır. AÜ Tıp Fakültesi’ne 2005 yılında 122 asistan kadrosu verilirken, bu sayı 2012’de 63’e düşürülmüştür. Bu kontenjanlar Hacettepe’de 136’dan 86’ya indirilmiştir. İstanbul Üniversitesi’nin iki tıp fakültesinde de benzer kadro sıkıntılarının yaşandığı anlaşılıyor. AÜ Genel Cerrahi anabilim dalında 39 asistan kadrosundan yalnızca 17’si doludur ve 2013 Nisan TUS’ta bu bölüme yalnızca bir kişilik kadro verilmiştir.
Yeni kurulan üniversitelere pozitif ayrımcılık yapılması bir noktada makul karşılanması gereken bir durumdur ama bu köklü üniversitelerin “nefeslerini kesmek” pahasına olmamalıdır, bugün gözlendiği gibi...
Yarın bu tartışmaya ilişkin genel değerlendirmemizi yapacağız.
Paylaş