BENZER bir durum 2008 yılında bir grup kanaat önderinin başını çektiği “Ermenilerden özür diliyorum” kampanyasından sonra yaşanmıştı.
“Ben bu yazar çizerlerimizi anlamakta doğrusu zorlanıyorum. Nasıl bir yaklaşımdır anlamak mümkün değil” demişti Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve hemen ardından eklemişti: “Sadece ortalığı karıştırmaktan, huzurumuzu kaçırmaktan, atılan adımları tersine çevirmekten başka bir işe yaramaz...” Başbakan Erdoğan’ın 17 Aralık 2008 tarihli bu açıklaması iki bakımdan önemli. Birincisi aydınların üstlendiği bir girişime sert bir tepki göstermesi, ikincisi bu tepkiyi ifade ederken hedef aldığı kesimi kızgın bir üslup içinde hemen “ortalığı karıştırmak, huzuru kaçırmakla” suçlamasıdır. İKTİDARLARIN DEĞİŞMEYEN SÖYLEMİ “Ortalığı karıştırma, huzuru kaçırma” teması, Türkiye’de siyasal iktidarların resmi çizginin dışına çıkan düşüncenin karşısına çektikleri duvarın en önemli araçsal söylemlerinden biridir. İktidarlar gelir, iktidarlar düşer; askeri rejimler kurulur, yerine sandıktan çıkan hükümetler işbaşı yapar; bir kuşak siyasetçi dünyadan çekilir, yeni kuşak siyasetçiler sahneye çıkar... Ama bu söylem hiçbir zaman değişmez... Demokrasiyi askıya alanlarla demokratlık iddiasında olan seçilmişlerin düşünce dünyaları ve bunun yansıması olan söylemlerindeki en önemli ortak paydalardan biridir bu. Başbakan’ın muhtelif açıklamalarında da bu söylem sıkça karşımıza çıkar. Bu, bir gün Ermeni sorunu olabilir, başka bir gün Kürt sorununu konu alan bir tartışma... KÖŞE YAZARLARI VE BAŞBAKAN Başbakan’ın geçenlerde Diyarbakır’da bir grup Kürt siyasetçi ve aktivistle bir çalıştayda buluşup Kürt sorununa çözüm sürecini tartışan kanaat önderleri ve aydınlara verdiği tepkide aynı bakışın kuvvetli izleri var. Başbakan, çift dillilik ve özerklik konularının tartışılmaya açılmasının “demokrasiye, özgürlüklere, toplumsal barışa ve kardeşliğe hizmet etmeyeceğini” belirttikten sonra ekliyor: “Bu tartışmaları gündemde tutmak, sabah akşam bununla ilgili yayınlar yapmak da milli birliğimize ve kardeşliğimize destek olmaz, tam tersine köstek olur.” Ve köşe yazarları konusundaki “kuvvetli görüşleri”nin burada da belirmesi hiç şaşırtıcı değil: “Bildiri taslağının çarşaf çarşaf sayfalara taşınması, boy boy ekranlara taşınması... Her akşam saatlerce konuşuluyor, köşe yazarları her gün bunu yorumluyor. Sağ olsunlar işleri güçleri yok...” Başbakan’ın bu görüşleriyle, 1 Aralık 2009’daki “Siz köşe yazarları ne kadar az yazarsanız ülke o kadar huzur bulur. Geçmişte bir köşe yazarı haftada bir ya da iki kez yazardı. Ama şimdi her gün. Yarım saatte bir köşe yazısı yazıyorlar... Ne kabiliyetli insanlar. İş bu noktaya geldi. Bunların yaptığı ağır tahrikten başka bir şey değil” açıklaması aynı dalga boyunda buluşuyor. Başbakan’ın geçen yıl yine köşe yazarlarını kontrol etmeleri için medya patronlarına yaptığı çağrı da yine bu çerçevede hatırlatılabilir. Hepsindeki ortak tema, Başbakan’ın köşe yazarlarına karşı genel bir hoşgörüsüzlüğünün bulunması, onları açıkça horlamasıdır. İLLİBERAL BİR ZİHNİYET Şurası çok açık: Başbakan Erdoğan, köşe yazarlarının, aydınların, genel bir küme olarak kanaat önderlerinin tartıştıkları alanın sınırlarını bizzat tayin etmek isteyen bir düşünce yapısına sahip. Hangi konunun tartışılacağına, ne kadar tartışılacağına, hangi formatta tartışılacağına ve ne zaman tartışılacağına karar verme makamı olarak kendisini yetkili görüyor. Bu sınırları çizme hamleleri askerlerden geldiği zaman bunu demokrasiye müdahale olarak nitelendiriyoruz. Ancak sıraladığımız örneklerde, tartışma ortamına müdahale eden, bunu sınırlayan hamleler doğrudan sivil otoriteden geliyor. Bu durumu farklılıkların, aykırı görüşlerin demokrasi içinde ifade edilebilmesine hoşgörü ve tahammül göstermeyen, bunları bastırmaya çalışan “illiberal” bir zihniyet olarak tanımlamak bir hata olmaz.