Paylaş
Udun gövdesinden yükselen sesler bu çalgıdan duymaya alıştığım nağmelerin, müzikal örüntülerin çok dışındaydı. Batı’nın tonal müzik yapısına uyan ses dizileri içinde şekillenmiş, ancak yine de illa -Batı ya da Doğu- diye bir eksene oturtamayacağınız kadar özgün müziklerdi bunlar.
Bazen aynı anda birden çok telde notalara dokunarak oluşturduğu akor dizileri içindeki geçişlerle melodiye ulaşıyordu, ‘Kapris’te olduğu gibi... Bazen galiba udun üzerinde sürat denemelerine girişiyordu. Bu tarzdaki bestelerinden birinin adını ‘Koşan Çocuk’ koymuştu. Bazen muzipçe müzikal fikirlerle de karşılaşıyordunuz, örneğin ‘Kanatlarım Olsaydı’da.
Bu besteler, bildiğimiz kalıpların dışına çıkan bambaşka bir müzik genetiğinin, sıradışı bir müzik zekâsının dışavurumuydu. Ve buradaki yaratı sürecinin parçası olan çok önemli bir faktör daha vardı: İnsanı şaşırma ve hayranlık karışımı bir duygu sarmalının içine çeken muazzam bir virtüozite...
Utta daha önce kimsenin girmediği coğrafyaları keşfettiği, kimsenin bilmediği denizlere yelken açtığı aşikârdı.
Bitmedi...
Dinlediğim albümünde kafamı karıştıran başka bir durum ortaya çıktı. Bu özgün çizgideki eserlerinin yanı sıra geleneksel Osmanlı makam müziği kalıpları içinde besteleyip icra ettiği eserleri de vardı. Bu şarkılarda karşımıza geleneğin de çok güçlü, usta bir temsilcisi olarak çıkıyordu.
Peki gerçekte hangisiydi?
PEYGAMBER TORUNUNUN MÜZİĞİ
Bundan 20 yıl kadar önce -itiraf edeyim- içeriğinin boyutlarının pek de bilincinde olmadan biraz da merak saikiyle aldığım bir albüm beni sürprizlerle dolu bir dünyanın kapısından içeri sokacak, müziğe ilişkin birçok soruyu da tetikleyecekti zihnimde.
Üstelik, bu sorular müziğin ötesinde, üzerinde yaşadığım toprakları meşgul etmeye bugün de devam eden gelenek, modernite, uygarlık anlayışı ve bunların birbiriyle ilişkileri gibi birçok temel soruyla iç içe geçen alanlara da giriyordu.
Bir albümden çok daha fazlasıydı. KAF Müzik tarafından son derece titiz bir çalışmanın ürünü olarak 2001’de piyasaya çıkartılan albümün kapağında “Şerif Muhiddin Targan” yazılıydı. Altta “Peygamber Torununun Müziği” yazısı başlığı tamamlıyordu. İş zaten daha albümün kapağında merak uyandırıcı bir hale geliyordu.
Targan, Osmanlı’nın son Mekke Emiri Şerif Ali Haydar Paşa’nın oğluydu. Ailenin soyağacına göre Hazreti Muhammed’in 37. kuşaktan torunuydu.
Albümdeki kayıtlar gazeteci-yazar Murat Bardakçı’nın özel arşivinden alınmıştı. Kayıtlara eşlik eden, Mehmet Güntekin tarafından kaleme alınmış olan kapsamlı tanıtım yazısında Şerif Muhiddin Targan’ın son derece renkli, -bazı bölümleri hüzün verici olmakla birlikte- bir bütün olarak son derece çarpıcı hayat öyküsünün izini sürmek mümkündü.
Üstelik o yalnızca bir ut virtüözü değildi. Aynı zamanda usta bir çellisti. Resitallerinde her iki enstrümanı da çalıyordu. Utta kendi bestelerini ve Osmanlı makam müziğini, çelloda ise klasik Batı müziği eserlerini icra ediyordu.
Peki o gerçekte hangisiydi?
OSMANLI’YA SADIK KALAN AİLE
Şerif Muhiddin Targan’a duyduğum ilgi sonraki yıllarda ut çalgısına da farklı bir gözle bakmama yol açtı.
Bu arada, Bilen Işıktaş’ın İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan “Peygamber’in Dâhi Torunu Şerif Muhiddin Targan/Modernleşme, Bireyselleşme, Virtüozite” başlıklı kitabı yıllar sonra beni yeniden Targan’ın dünyasının içine çekti.
Toplam 413 sayfa tutan, ancak Targan’ın eserlerinin notaları, arşivindeki önemli mektuplardan oluşan ekleri ve fotoğraflarla birlikte 500 sayfanın üzerine çıkan bu hacimli kitap, Işıktaş’ın İstanbul Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müzik Teorisi ve Kompozisyon Bölümü’nde kabul edilen doktora tezinin metni.
Işıktaş, kendisi de bir udi. Zaten mastır derecesini de aynı bölümde “Şerif Muhiddin’in Ud Tekniğine Katkısı: 6 Ud Taksiminin Analizi” başlıklı teziyle almış.
Kitapta teorik bazda ele alınan tartışma konularının izdüşümlerini aynı zamanda Targan’ın hayat öyküsü üzerinden de izliyoruz. Yaşamının azımsanmayacak bir bölümünde bir yerde ‘tutunamayan’ bir karakter görüyoruz. Kendilerinin de mensubu olduğu Haşimi ailesinden bazı yakın akrabaları Osmanlı’ya karşı ayaklandıktan sora Ortadoğu’da kurulan yeni krallıklarda tahta çıkarken, babası Şerif Ali Haydar Paşa Osmanlı’ya sadakatini korumuş, bunun sonucu aile imparatorluğun çöküşüyle birlikte kaybeden tarafta kalmıştır.
Türkiye’de Cumhuriyet ile birlikte kurulan yeni yapıda da bir yer açılmayacaktır bu aileye. Bu durum 1892 İstanbul doğumlu Şerif Muhiddin’in konaklarda varlıklı bir şekilde geçen çocukluğuna ve ilk gençliğine kıyasla sonradan bir hayli mütevazı sayılacak bir hayat sürmesiyle sonuçlanmıştır.
Oysa çocukluğunda eğitimini babasının Çamlıca’daki konağında eve gelen özel hocalardan almıştır. Osmanlı’nın son Mekke Emiri Şerif Ali Haydar Paşa, oğlunun küçük yaşta hem çello hem de ut çalmayı öğrenmesini teşvik etmiştir. Bu arada Şerif Muhiddin aldığı resim dersleri sonucu bu alanda da yabana atılmayacak bir başarı sergilemiştir. Sonuçta, daha çocukken Çamlıca’daki konakta bir ayağıyla Doğu’ya, diğer ayağıyla Batı’ya ayak basmaktadır.
NEW YORK YILLARI
Cumhuriyet’in kuruluşundan bir yıl sonra 1924 yılında ABD’ye göç ederek burada kendine yeni bir hayat kurmaya koyulur Şerif Muhiddin. New York, hem geçim sıkıntısı yaşayacağı hem de müzisyen olarak kendisini kanıtlamaya çalışacağı yepyeni bir dünyadır. Yaklaşık sekiz yıl New York’ta yaşar ve bu kentin prestijli konser salonlarında resitaller verir, müzik eleştirmenlerinin kuvvetli övgülerine mazhar olur, şehrin önde gelen müzisyenleriyle dostluklar kurar.
Aslında Şerif Muhiddin’in 13 Aralık 1928 tarihinde ünlü Town Hall’da verdiği konserin programı sanatçının çok boyutlu kimliğini göstermek açısından yeteri kadar fikir vericidir. Konseri çelloda Saint Saens’ın Do Majör Sonatı ile açar. Yine çelloda Locatelli’nin bir eseri ile devam eder. Ardından utta kendi besteleri olan Kapris ve Koşan Çocuk’un yanı sıra Ferahfeza makamındaki semaisini çalar. Konseri son bölümde yine çelloda Bach, Debussy ve Ravel’den eserlerle tamamlar.
SAFİYE AYLA İLE EVLİLİK
Sağlık sorunlarının da etkisiyle 1932’de Türkiye’ye döner ve daha sonraTargan soyadını alır. ABD dönüşünde uduyla Atatürk’ün de huzuruna çıkacak, onun sıcak övgüsünü alacak, ancak yine de kendisine Türkiye’de bir alan bulamayacaktır. Irak hükümetinden gelen bir davet üzerine 1936 yılında Bağdat’a giderek burada modern anlamda bir konservatuvar kurup başına geçer ve bu ülkenin kültür hayatında kalıcı izler bırakır. Bu arada Münir Beşir gibi dünya çapında tanınan bir udi yetiştirir.
Targan, yine sağlık sorunlarının da etkisiyle 1940’lı yılların sonunda Türkiye’ye döner, 1949’da İstanbul’da konservatuvarın ilmi kurul başkanlığına getirilir. Ancak hedeflediklerini hayata geçiremediği düşüncesiyle 1950’de istifa eder. Targan, aynı yıl 1967 yılında ölümüne kadar büyük bir aşkla bağlı kalacağı ünlü klasik Türk müziği sanatçısı Safiye Ayla ile evlenir. Targan, bu süre içinde sınırlı sayıda konser vermiş, eşi Safiye Ayla’nın bazı konserlerinde sahne almıştır. Kendisini geriye çekmeyi tercih ettiği bir hayat sürmüştür.
UT İÇİN BİR MİLAT
Targan, uduyla hep bir solist olarak sahneye çıkmıştır. Bugün herkesin üzerinde birleştiği nokta, udu saz heyetlerini tamamlayan bir çalgı hüviyetinden çıkartıp konser salonlarında bir solo çalgısı kimliğine terfi ettirmiş olmasıdır. Işıktaş, “Bugün dünyanın birçok yerinde sınırları ve coğrafyaları aşacak şekilde biçimde ud kendine sahnelerde solist bir kimlik edinebilmişse bunda en büyük pay Şerif Muhiddin Targan’a aittir” diye yazıyor.
Bunun yanı sıra Targan’ın en önemli mirası udun sınırlarını genişletmiş olmasıdır. Işıktaş, geleneğin içinde iki buçuk oktavlık ses sahasına hükmeden udun Targan’ın getirdiği virtüöz tekniğinin de katkısıyla dört oktavın üzerine çıktığına dikkat çekiyor. Udun sapının her noktasına hükmetmiştir.
Işıktaş, “Gerçek bir dâhi” olarak nitelediği Targan’ın uttaki yerini şöyle tarif ediyor: “20. Yüzyılın başında ud icrasının değişiminde en önemli ve orijinal müziksel karakter olarak karşımıza çıkmaktadır: Targan ud için bir milattır.”
DEDE EFENDİ İLE BEETHOVEN EL ELE
Baştaki soruya dönersek, Şerif Muhiddin her ikisiydi. Hem gelenek, hem de moderniteydi. Hem çalgısında devrim yapan bir udi, hem de usta bir çellisti. Hem Doğu hem de Batı’daydı, her ikisiyle de barışıktı.
Yaşamı dünyaya gözlerini açtığı Çamlıca’daki konağın Osmanlı’nın son döneminde gelenek ile modernleşmeyi birlikte yaşattığı kültürel ortamın bir yansımasıydı. Targan, bu konakta geleneğin içinde yetişmiş, ancak ondan kopmamakla birlikte, yüzünü moderniteye çevirmiş, yeniyi aramaya da koyulmuş bir sanatçıydı. Bu yönüyle Osmanlı’daki modernleşme arayışının en ileri örneklerinden biriydi.
Bu arayışın sonucu New York’ta 10 Aralık 1929’da yine Town Hall’da verdiği bir konserde repertuvarda hem Dede Efendi, hem Tanburi Cemil Bey, hem Beethoven hem de kendi bestelerini icra etmiştir. Aslında daha 1929 yılında iki ayrı dünyanın müzikleri arasında tarihi bir uzlaşıyı gerçekleştirmişti. Bu, belki de Şerif Muhiddin’in hayattaki en büyük zaferiydi.
O gece sahnede hepsinin elinden tutmuş olmalıydı.
Not: Şerif Muhiddin Targan’ın yazıda sözünü ettiğim eserleri için Spotify’da ‘Sedat Ergin’in Beğendiği Udiler’ listesine girilebilir.
Paylaş