SEÇİM kampanyasına damgasını vuran kaset skandallarının meydanlarda siyaset malzemesi yapılması ne ölçüde doğru? İnsanların özel hayatları üzerinden seçim stratejisi yürütülmesi özellikle hukuki düzlemde nasıl bir durum yaratıyor?
Özellikle hukuki çerçeveyi değerlendireceksek, Anayasa’yla başlayalım. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 8’inci maddesinden alınan Anayasa’nın 20’inci maddesi, kuvvetli ifadelerle özel hayatı koruma altına alıyor, “özel hayatın gizliliğine dokunulamayacağını” belirtiyor. YASAYA GÖRE SUÇ Özel hayata dokunulursa ne olur? Suç işlenmiş olur. Bugünkü siyasal iktidarın hazırladığı ve 26 Haziran 2004 tarihinde TBMM’den geçen 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) “Özel hayatın gizliliğini ihlal” başlıklı 134’üncü maddesi bu konuda çok açık hükümler taşıyor. Maddenin birinci fıkrası suçu tanımlıyor: “Kişilerin özel hayatının gizliliğini ihlal eden kimse, altı aydan iki yıla kadar hapis veya adli para cezası ile cezalandırılır. Gizliliğin görüntü veya seslerin kayda alınması suretiyle ihlal edilmesi halinde, cezanın alt sınırı bir yıldan az olamaz. Aynı maddenin ikinci fıkrası ise suçun alanını genişletiyor, tabi olduğu yaptırımı da buna paralel bir şekilde ağırlaştırıyor: “Kişilerin özel hayatına ilişkin görüntü veya sesleri ifşa eden kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Fiilin basın ve yayın yoluyla işlenmesi hâlinde, ceza yarı oranında artırılır.” Yargıtay 4’üncü Hukuk Dairesi’nin 23 Haziran 2010 tarihli 2009/8119 sayılı kararı da bu yönde kuvvetli bir içtihat oluşturuyor. Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarının plajda izinsiz fotoğraf çekilmesini bile özel hayatın gizliliğinin ihlali olarak değerlendirdiğini (Prenses Caroline kararı) vurgulamakla yetinelim. HUKUKİ VE SİYASİ AÇIDAN PROBLEMLİ Özetle, uluslararası ve ulusal mevzuat, hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak bir açıklık ve netlik taşıyor. İster CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ister MHP milletvekili adaylarının gizlice kaydedilen kasetleri söz konusu olsun, hem bu görüntülerin alınması hem de bunların basın üzerinden ifşa edilmesi yasada suç olarak tanımlanmış ve hapis cezasıyla yaptırıma bağlanmıştır. Yasada suç olan bir fiilin işlenmesi suretiyle elde edilen görüntülerin iktidar tarafından siyaset malzemesi yapılmasında hem hukuki hem de siyasi açıdan problemli bir durum söz konusudur. Hukuki açıdan özellikle Medeni Kanunu’nun “kişilik haklarına yapılan her saldırı hukuka aykırıdır” hükmünü de içeren 24’üncü maddesine açık bir aykırılık söz konusudur. Hükümete düşen görev, ortada bir suç varsa üzerine gitmek, karşısında durmak ve bu yönde mesajlar vermektir. Oysa bu olayda, hükümet kaset olayıyla arasına hiçbir mesafe koymamıştır. Aksine burada sergilenen tutum, başkalarını “nasıl olsa himaye görürüz” düşüncesiyle bu suçu işlemeye teşvik edecek bir nitelik taşıyor. Hükümetin olayda hiçbir sorumluluğu olmasa da, bu kasetler üzerinden siyasi çıkar elde etmeye çalışıyor olması, ister istemez sokaktaki vatandaşın zihninde bir “ilişkilendirmeye” yol açacaktır. Dün yaptığımız tespite göre Başbakan Recep Tayyip Erdoğan son bir hafta içinde -dünkü Çorlu mitingi de dahil olmak üzere- tam 10 ayrı mitingde sistemli bir şekilde kaset temasını işlemiştir. KASETLERDEN KAZANÇLI ÇIKAN KİM? Bu durumda şunu söylememizde herhalde bir maddi hata yoktur: Hükümet, kasetlerden yarar elde eden taraftır. Ne ilginçtir ki, bu kasetlerin ortaya çıkmasından dolayı mağdur hale gelen taraf her seferinde muhalefet oluyor. Kasetlerin ilk dalgası ana muhalefet liderini, ikinci dalga ise hükümetin yüzde 10 barajının altına bırakmaya çalıştığı MHP’yi hedef almıştır. Bu durumun kamuoyunun belli kesimlerinde istifham yaratması kaçınılmazdır. Hükümetin tutumunu değerlendirebilmek için küçük bir hatırlatma da yapalım. Hükümet kısa bir süre TCK’da değişiklikler öngören bir yasa tasarısı hazırlamıştı. Son anda kadük olan bu tasarının en önemli unsurlarından biri, yazının girişinde atıf yaptığımız 134’üncü maddenin ikinci fıkrasının yumuşatılmasıydı. Yani, hükümet bu tür görüntülerin basında haber yapılmasına belli bir serbesti getirme peşindeydi. Her halükarda, Türk demokrasisinin “telekulakçılık” evresinden “röntgencilik” evresine doğru özlü bir başkalaşımdan geçmekte olduğuna şüphe yoktur.