Paylaş
Eğitim ve bilimden ekonomiye, demokrasi tecrübesi ve hukuk düzeninden diplomasiye kadar pek çok alanda Cumhuriyet’in yüz yıllık seyrinin değerlendirmesi yapılabilir, artıları ve eksileri ile birlikte. Bu egzersizi yaparken ele alınan her bir alanda Türkiye’nin nereden yola çıkıp, nereye geldiği sorusuna yakından bakılabilir.
Ancak bütün bu alanlar içinde biri var ki, özel bir ilgiyi hak ediyor. Türkiye’nin geçen yüz yıl içinde göreceli olarak en başarılı çıktığı alanlardan birinden, Cumhuriyet’in dış politika alanındaki serüveninden, Türk diplomasinin geride kalan bu zaman zarfında verdiği sınavdan söz ediyoruz.
Kuşkusuz, yüz yıllık bir sürenin değerlendirmesini hangi başlıkta olursa olsun tek bir köşe yazısının sınırları içine sıkıştırabilmenin güçlüklerini, bunun taşıdığı riskleri belirtmeye gerek yok. Böyle bir değerlendirme, kaçınılmaz olarak ancak çok temel yönelişlere dikkat çekmek ve hepsinin bir arada ifade ettiği ana anlama odaklanmak durumundadır.
Ana tespit, Cumhuriyet’in dünyayla ilişkilerinde geçen yüz yılda büyük ölçüde barış içinde geçen bir dönemi tamamlamakta oluşudur.
***
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrolarının çoğu görevlerinin önemli bir bölümünü cepheden cepheye savaşarak geçirmiş Osmanlı kurmay subaylarından oluşuyordu. Kurulan Cumhuriyet’in bekası, ayakları üzerinde yükselebilmesi, kurumlarını inşa edebilmesi, öncelikle bir barış ikliminde yaşamasına bağlıydı.
Atatürk’ün Balkan Paktı ve Sadabad Paktı gibi bölgesel ittifaklarla Türkiye’nin sınırları boyunca ve yakın çevresinde bir barış kuşağı yaratma çabası, bu barışçı arayışın bir ifadesidir.
Cumhuriyet’in ilk döneminin başka kazanımlarını da vurgulayalım. Örneğin, 1936 yılında imzalanan Montrö Sözleşmesi ile 1923’te Lozan Antlaşması’nda Boğazlar’ın egemenliği konusunda açık kalmış olan bir parantezin kapatılıp Türk Boğazları üzerinde denetim yetkisinin sağlanması herhalde en kayda değer başarı öykülerinden biridir. Son Ukrayna savaşında Montrö’nün değerini daha yakından anladık.
Keza, 1939 yılında Hatay vilayetinin bir askeri çatışmaya girilmeden önemli ölçüde diplomasinin imkanlarından yararlanmak suretiyle Türkiye Cumhuriyeti sınırlarına dahil edilmesi, yine yapılacak bir muhasebede en kuvvetli kazanımlardan biri olarak kayda geçecektir.
Ayrıca, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün liderliği altında İkinci Dünya Savaşı’nda büyük bir ihtimamla izlenen denge politikasıyla Türkiye’nin savaş dışında tutulmasının değerini teslim etmek, o günlerin yönetici kadrolarına saygının ve hakkaniyetli olmanın da bir gereğidir.
***
Cumhuriyet’in Batı’ya dönük yönelimi, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Türkiye’nin Batı kurumlarıyla bütünleşmesine dönük birbiri ardına atılan bir dizi adımla perçinlenmiştir. Şüphesiz, Sovyetler Birliği’nin İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasındaki taleplerinin, Doğu-Batı ilişkilerini kaplayan Soğuk Savaş koşullarında Türkiye’yi güvenliğini artan ölçüde 1952 yılında katıldığı NATO içinde aramaya yönlendiren güçlü bir etki yapmıştı.
Bu arada, demokrasiye geçiş tercihinin tamamlayıcı adımları atılmıştır. Türkiye, 1949 yılında Avrupa Konseyi’nin kurucu üyelerinden biri olmuş, daha sonra 1954 yılında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni onaylayarak, Avrupa’nın bugün de geçerliğini koruyan en ileri insan hakları standartlarına uyma taahhüdünün altına girmiştir.
1963 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu ile imzalanan Ankara Antlaşması, Avrupa’ya yönelişi daha da güçlendirmiştir. Sonradan Turgut Özal döneminde 1987’deki tam üyelik başvurusu, 1999 sonunda Bülent Ecevit döneminde AB tam üyelik adaylığı statüsünün alınması, Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığı sırasında 2005’te tam üyelik müzakerelerinin başlaması, hep aynı yönelişin sonraki muhtelif aşamalarıdır.
Bugün tam üyelik dosyasının akıbeti belirsizlik arz etse de, Türkiye’nin Avrupa ile kurumsal düzeyde bütünleşme arayışı Cumhuriyet döneminin en uzun süreli ve başat temalarından biridir.
***
Cumhuriyet dönemi dış politikasının tartışmalı bir kesiti, 1950’li yıllarda Demokrat Parti’nin iktidarı sırasında ABD’nin ana çekim merkezi kabul edilerek, Türkiye’nin Üçüncü Dünya’ya, bölge ülkelerine tümüyle sırtını döndüğü yıllardır.
Örneğin, 1955 yılında Bandung’daki Bağlantısızlar Zirvesi’ne ABD’nin görüşlerini savunan bir çizgide katılma ya da 1958’de BM Genel Kurulu’nda Cezayir’in bağımsızlığına ilişkin oylamada çekimser kalmak gibi hata olduğu üzerinde sonradan büyük ölçüde mutabakat olan konular, hep bu döneme aittir.
İşte 1960’lı yılların ilk yarısında Türkiye’nin dış politikasında uç vermeye başlayan çok yönlülük, öncelikle 1950’li yıllardaki hatalar üzerinde yürütülen muhasebesinin de bir uzantısıdır.
Ayrıca, Ankara’daki karar vericilerin 1962 Küba Füze Bunalımı’nda ABD’nin Sovyetler Birliği ile Türkiye’deki Amerikan füzelerini konu alan gizli bir pazarlık yaptığını sonradan öğrenmiş olmaları, ardından dönemin ABD Başkanı Lyndon Johnson’un 1964 yılında Başbakan İnönü’ye gönderdiği tehditkar mektup, ABD’ye bakış üzerinde göz açıcı etkiler yapmıştır.
İşte bütün bu değerlendirmelerin sonucudur ki, Türkiye çok yönlülüğe doğru adımlar atarak, Batı’ya dönük ana doğrultusunu korumakla birlikte Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku ülkeleri ve aynı zamanda bölge ülkeleriyle de ilişkilerini geliştirme arayışlarına girmiştir.
***
Bu kümeleri birbirine alternatif olarak görmeden bütün bu cephelerdeki çıkarların bir arada gözetilip yürütebildiği makul bir denge, çok uzun yıllar Türkiye’nin dış politikada partiler üstü çizgideki yol gösterici ilkesi olarak görülebilir. Sovyetler’le yakın ilişkileri yerleştiren isimlerden birinin sağcı bir politikacı Süleyman Demirel olması bu bakımdan ironiktir.
Hem NATO içinde kalıp hem de bu çeşitlendirmenin yapılabilmesi, Türk diplomasinin önemli bir zenginliği olmuştur. Çok yönlülük, bu bakımdan 1960’lardan 1990’lı yıllara doğru uzanan bir zaman kesitinde Türk dış politikasının genetiğinin başat unsurlarından biri olmuştur. Bugünün çok kutuplu uluslararası ortamında “özerklik” şeklinde formüle edilen çizginin başlangıç çerçevesi, aslında Soğuk Savaş gibi katı bir konjonktürde çok yönlülük şeklinde ifade ediliyordu.
Bu arada 1990’ların başında Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Türkiye’nin ilgi alanı daha da çeşitlenmiş, Kafkasya’dan Orta Asya steplerine kadar uzanan çok geniş bir coğrafyaya açılmıştır. Türkiye, bu sınamaların üstesinden gelmek, çıkan fırsatları değerlendirmek, kendisini bu yeni döneme uyarlamak yönünde ciddi çaba sarf etmiştir. Bugün Türk dünyası ile kurumsallaşma yönünde kaydedilen gelişmelerin gerisinde hep 1990’lı yılların başlarında atılan adımlar vardır.
***
Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra karşılaştığı en sancılı dış politika konularından biri 1950’li yıllarda gündeme giren Kıbrıs sorunu olmuştur. Bu, Türk diplomasini kuşaklar boyu meşgul eden ve Batı ile ilişkileri üzerinde hâlâ basınç alanı yaratan bir sorundur.
Yunanistan’ın 1974 yılındaki darbe üzerinden adayı kendisine bağlama girişimi, Türkiye’nin buna set çekmek üzere antlaşmalardan doğan haklarını kullanıp askeri seçeneğe yönelerek, Barış Harekatı’nı gerçekleştirmesiyle sonuçlanmıştır. 1974 yılındaki harekâtla ortaya çıkan ve 1983 yılında KKTC’nin bağımsızlık ilanıyla yerleşen statüko, yaklaşık elli yıldır adanın değişmeyen gerçekliği olarak kalıcı bir nitelik kazanmıştır.
***
Cumhuriyet’in kurucularının dış politika alanındaki miras bıraktıkları en önemli öğretilerden biri, Türkiye’nin bölge ülkelerinin iç işlerine karışmaktan, ayrıca aralarındaki anlaşmazlıklarda taraf olmaktan uzak durması şeklinde ifade edilir. Bu öğreti kuşaktan kuşağa aktarılmıştır Dışişleri Bakanlığı’nda.
Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin 2011 yılında Arap Baharı ile birlikte özellikle Suriye’deki iç savaşa müdahil olması, keza Mısır’daki 2013 sonrasındaki darbeye gösterilen sert tepkinin Türkiye’yi Arap dünyasında bir kamplaşmada taraf konuma getirmesi gibi hadiseler, geride bıraktığımız on yılın en çok tartışılan başlıklarından biri olmuştur.
Bugün vardığımız noktada, izlenen Suriye politikasının 4 milyona yakın sığınmacının gelişi de dahil olmak üzere yol açtığı sorunların dayattığı muhasebe, ciddi bir revizyonu beraberinde getirmiştir. Şam’daki Esad rejimiyle normalleşme arayışının başlaması, en azından geleneksel çizginin isabet derecesinin sınanması bakımından yeteri kadar öğretici olmalıdır.
Mısır cephesinde ise 2013 yılında köprülerin atılmasından sonra bugün normalleşme sürecinin büyük ölçüde tamamlanmış olması, geleneksel çizgiye dönüşün bir başka tezahürüdür ve yaşanan Gazze krizinde görüldüğü üzere normalleşmenin yararı da yürütülen temaslardan anlaşılabilmektedir.
Paylaş