BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, Türk kamuoyunun karşısına genellikle iki ayrı kimlikle çıkıyor.
Birinci kimliğiyle daha çok salı günleri partisinin grup toplantılarında yaptığı konuşmalar sırasında karşılaşıyoruz.
Erdoğan'ın bu konuşmaları, önceden ölçülüp biçilmiş, yer yer hamaset boyutu ön plana çıkan, sokaktaki vatandaşa ulaşmaya dönük ‘‘doğrudan’’ bir dil kullanan, bunu sağlayacak benzetme, sembol ve deyişlerle işlenmiş metinler olarak dikkat çekiyor.
Önceden hazırlanmış bu konuşmalarında Erdoğan'ın genellikle kontrollü bir çizgi izlediğini, kendini ‘‘frene basarak’’ ifade ettiğini söyleyebiliriz.
KENDİNİ DIŞA VURAN ÇATIŞMACI ÇİZGİ
Gelgelelim, bu konuşmalarında, hazırlanan çerçevenin dışına çıktığı anda çatışmacı, polemikçi bir kimliğin hemen kendini açığa vurduğunu görüyoruz.
Örneğin, Irak Savaşı'ndan sonra yaptığı bir konuşmada birden basına ağır bir dille yüklenmesi, eleştirilerini ‘‘basını ulusal çıkarları savunmamakla’’ suçlamaya kadar taşıması, bu sapmanın çarpıcı bir örneğiydi.
Keza, bütçe görüşmeleri sırasında durup dururken CHP'li Kemal Derviş'e sert bir dille yüklenmesi de yine bu kategoride Erdoğan'ın ‘‘kendini tutamadığı’’ çıkışları arasında gösterilebilir.
TEZGÁHA GELİRSEN NOTAYI SALLARIM
Erdoğan'ın kişiliğinde kavgaya, polemiğe, hasım olarak gördüğü kişi ve gruplara sivri ifadelerle taarruz etmeye hazır ve yatkın bir çizginin baskın olduğu aşikár.
Erdoğan, özellikle Başbakan olduktan sonra siyasi gerçekçiliğinin de etkisiyle bu çatışmacı kimliğini mümkün olduğunca bastırmaya çalışıyor.
Ancak özellikle doğaçlama konuştuğu anlarda çok kolaylıkla kontrol eşiğini aşarak, bu yönünü hemen serbest bırakabiliyor.
Bu doğallaşma süreci, kullandığı dile anında yansıyor ve hemen argoya kayabiliyor.
Örneğin, CHP Lideri Deniz Baykal'a ‘‘tezgáha geliyorsun’’ diye sesleniyor.
Ya da bir diplomasi yöntemi olan ‘‘nota vermek’’ işlemi için ‘‘nota sallamak’’ ifadesini kullanabiliyor.
MEYDAN OKUMAKTAN VAZGEÇEMİYOR
Bir de ‘‘lafı oturtmasını’’ belli ki çok seviyor. Irak krizi sırasında Baykal'ı eleştirirken ‘‘Mesajlarımızı almıyorlar galiba. Bir dahaki sefer taahhütlü postayla mı gönderelim’’ demesi gibi...
Ancak en belirgin çizgisi, meydan okumayı seven, sertlik içeren üslubunda ortaya çıkıyor. Örnek: ‘‘AK Parti diyemiyorlar. Çünkü AK Parti bunların midesine oturdu. Sıkıntı o. Ama hazmedecekler. Millet onlara hazmettirecek...’’
Ayrıca, tersinden ifadelerle muhaliflerini sıkça ‘‘akıldan uzaklaşmakla’’ suçlayabiliyor. Örnek: ‘‘Duygularıyla konuşuyorlar. Akılla konuşmuyorlar.’’
Ve genellikle konuşmaların sonunda yer alan, bir Recep Tayyip Erdoğan söylemiyle ‘‘posta koyan’’ cümleler: ‘‘Bu böyle biline...’’
ELEŞTİRİYE TAHAMMÜL ELASTİKİYETİ
Yine doğaçlama konuştuğu zamanlarda, Erdoğan'ın eleştiri kaldırmayan kişilik özelliğinin de sıkça su yüzüne çıktığı kolaylıkla gözleniyor.
Hatta, özellikle basınla hesaplaşma dürtüsünün bilinçaltını sıkça meşgul ettiği söylenebilir.
Her ne kadar eleştirilere açık olduğunu söylese de, köşe yazarlarına, televizyon yorumcularına karşılık verirken, eleştiriye tahammül elastikiyetinin yüksek olmadığı hemen seziliyor.
Bunun en çarpıcı örneği, bakanlarıyla ilgili usulsüzlük suçlamaları karşısındaki eleştiri tanımaz çizgisidir:
‘‘Boşuna uğraşmasınlar. Onlar bugüne kadar köşeye sıkıştırıp oradan imkán elde etmeye alışmışlar. Biz delil, belge görmediğimiz sürece o köşelerde yazılanlarla arkadaşlarımıza toz kondurmayız.’’
Liderlerin kendilerini en güçlü hissettikleri iktidar zirvelerinde eleştirilere bu şekilde meydan okumalarının aynı zamanda bir ‘‘kırılma noktası’’ olduğu yakın tarihimizden pek çok örnekle sabittir.